Hayatta küçük, önemsiz gibi görünen tercihlerin orantısız ağır sonuçlarını, herhalde en iyi anlatan Philip Roth olmuştur. Roman karakterleri sürekli bir hastalıktan muzdariptir, intihar ve ölüm her zaman yanı başlarındadır, ama çoğu zaman bütün olup biten olumsuzlukların içinde gülümsetecek bir şeyler bulup çıkarmayı da ihmal etmez hiç Roth.

“Hayalet Yazar” kitabında vardı, yazar “büyük insani anlaşmazlıklar”a odaklanan kişiydi, tıpkı Dickens ya da Dostoyevski gibi iptilalar, baştan çıkarılmalar, tutkular, hayallerle tutuşan insanlarla dolup taşardı yazar. Şimdi tutkusuz bir çağda, nasıl biriydi yazar; “küçük insani anlaşmazlıklar”a mı yoğunlaşmıştı?

“Müzakereler” kitabında Deleuze, Foucault’nun iktidar ve güç tespitlerini anlatıyordu. Foucault, özne sözcüğünü, kişi ya da kimlik anlamında kullanmıyordu, bir süreçti özneleşme. “Kendilik” gücün kendisiyle ilişkisiyken, “iktidar” gücün başka güçlerle ilişkisiydi. Güçler çizgisinin kendilik ve iktidara göre oluşan kıvrımları, yani nasıl kıvrıldığı, insanın varoluş tarzını belirliyordu, yani sizin kendinizle ve diğer güçlerle ilişkinizdi önemli olan. Bu yüzden, özne olarak değil, sanat yapıtı olarak varoluşu savunuyordu Deleuze ve Foucault gibi düşünürler.

Philip Roth’un içinde büyüdüğü toplumla, ABD’deki yaşam kültürüyle alıp veremediği meselenin de özüydü bu. Yahudi değil de Arap olsaydı, Araplarla anlaşmazlığı olurdu. Kafka gibi o da babasıyla hesaplaşıp durmuştu romanlarında, çünkü baba sadece bir birey değildi, simgeydi. Büyük ya da küçük insani anlaşmazlıkların bir haritasını çıkarıp çıkış yolları aramıştı kendisine. Bu çağın bireysel mutluluk, kişisel özgürlük, özgüven gibi mitleriyle alay eden eserler yazmıştı. Sanat yapıtı olarak varoluşunu gerçekleştirmekti derdi. Ama bir sorun vardı, insan inanılmaz derecede kırılgan bir varlıktı, yaşamı sadece kendisinin ellerinde değildi, en ufak yapacağı bir hata, önemsiz görünen bir tercih, bir an öfkesini kontrol edememe ya da ağzından kaçan bir söz, hayatını darmadağın edebilirdi. Daha kötüsü, kendiliği (kendisiyle ilişkisi) kuşatma altındaydı, bu durum insanı daha da kırılganlaştırıyordu. Tercih olarak gördüğü şeylerin ne kadarı kendi tercihiydi? Bireysel özgürlük, özgüven gibi yaratılmış mitler, sadece derin bir yanılsamaydı, iktidarın insanı oyalamasına yarayan. Philip Roth, kendi kırılganlığıyla baş etmek için ironiyi kullanır romanlarında, gücün kendisiyle ilişkisi en iyi bu sayede açığa çıkar, yeni yaşam olanaklarının belirmesi için.

Günlerdir balıkçı kulübesine kapanmış, okuyup yazıyorum. Edebiyat, kendi kırılgan varlığımı koruyor mu, yoksa daha da hassas mı yapıyor? Belki, her ikisi de… Ama sanat yapıtı olarak varoluş için esin verdiği kesin. Sabahları, içeri dolan bahar güneşinin ve rüzgârının verdiği o iyimserlik, yaşanan savaş ve akıldışı olaylarla dolu gündemin ağırlığını bir parça olsun üzerimden alıyor. İnsanın kırılganlığını aşacak en önemli şey, tutkuları oldu her zaman. Deleuze, “Söz konusu olan kişiler ya da kimlikler değil, daha çok bir elektrik alanı ya da manyetik alan, (yüksek olduğu kadar düşük) yeğinliklerle iş gören bir bireyleşme, bireyleştirilmiş alanlardır. Foucault’nun başka vesilerle ‘tutku’ adını verdiği şey budur” diye yazmıştı.

Philip Roth’un “Hayalet Yazar” romanında, Henry James’in karakterlerinden Dencombe de vardır, ünlü bir yazar olarak hayranı olan okuru Doktor Hugh’ya şöyle söyler: “İkinci bir şans, yanılgı olan bu. Bir kereden başka olmamıştır hiç. Bizler karanlıkta çalışırız -elimizden geleni yaparız-, neyimiz var neyimiz yok veririz. Kuşkumuz tutkumuz, tutkumuz da görevimizdir. Gerisi sanatın çılgınlığıdır.”