Demokrasi tarihimizin, daha doğrusu "kırık - dökük demokrasi" tarihimizin en ilginç seçimlerinden birine daha gidiyoruz. Çok partili siyasi hayata geçilmesinden bu yana, kimi sandıkla kimi silahla iktidara gelen sağ - gerici - faşist - islamcı - soyguncu - kam emici - baskıcı - özgürlük düşmanı tüm iktidarların, birbirleri ile adeta yarıştıkları bir "yıkım - döküm" sürecinde, yeni bir dönemeçteyiz. Hiçbir zaman halkın gerçek temsilcilerinin iktidar olamadığı "kırık - dökük" bir ülkeyi, öyle anlaşılıyor ki, 14 Mayıs’ta kime emanet edeceğimize bir kez daha karar vereceğiz.

***

Tabii ki, her seçimin ve her referandumun öncesinde yapılan "Köprüden (uçurumdan) önce son çıkış" benzetmeleri yapılacaktır. Hep yaptığımız gibi buna da "Ölüm - Kalım Seçimi" sıfatını yakıştıracağız. Ancak, inanın (biliyoruz ki) daha önce de yaşadığımız gibi, bir sonraki seçim ya da referandum için de bu tabiri kullanacağız.

Yani, hiçbir şeyin "sonsuza kadar olup bitmiş olacağı ve bir nokta koyulacağı" filan yok.

Bu seçimde halkın oy tercihi ne yönde olursa olsun, yani Recep Tayyip Erdoğan ve bugünün islamo-faşist rejimi ile devam etmek istese de, kendilerini "kurtarıcı" olarak gösteren Altılı Masa’nın (çoğu, AKP’den tartışmalı nüanslarla ayrıştırılabilecek) koalisyonunu tercih etse de, ezilen halk kitleleri için, yani toplumun çoğunluğu için fazla değişen bir şey olmayacak.

Çünkü, gerçekçi olalım ve kabul edelim ki "düzen partileri dışındaki sol hareketler haricinde" bugünün muhalefetinin süslü söylemleri ile halka vaadedebilecekleri "aydınlık bir gelecek" yoktur.

Evet, bugünkü "Şahsım Rejimi"nden kurtulabilmek gibi, en azından 15 Mayıs sabahı geçici bir derin nefes almak gibi bir hedef belirlenmiştir. Evet, 20 yıllık ceberut yönetimin ve onların şakşakçısı işbirlikçisi hırsız çetelerinden, özgürlük düşmanı, insanlık düşmanı yardakçılarından kurtulma umudu doğacaktır.

***

Ama, düzen partilerinden oluşan muhalefet, parlamento çoğunluğunu da Cumhurbaşkanlığını da kazansa, bu muhalefetin, geniş halk kitlelerinin gerçekten özlem duyduğu reçetelerle donanmış olmadığını hatırlamamız gerekiyor.

Çünkü, "Hırsızlıklara son, kul hakkı - yetim hakkı yedirmeyeceğiz israfı önleyeceğiz" gibi soyut ve sadece kulağa hoş gelen sloganların haricinde, "Adil ve paylaşımcı bir ekonomik düzenin, emekçinin alın terini açgözlü sermayenin doymak bilmeyecek kâr hırsının üzerinde tutan" bir reçeteyi hiçbirinin savunmadığını da gayet iyi biliyoruz.

Çünkü biliyoruz ki, düzen partileri arasında, "söylem" düzeyinde her ne kadar özgürlüklerin önünü açmaktan söz etseler de, hakim "liberal - dinci - gerici - baskıcı" ideolojinin reddine dair genel bir "çıkış umudu" vaadeden bir siyasi parti yok. İnanılmaz düzeyde vahim gerici hükümler içeren bir anayasa değişikliğini (en azından bu yazı yazıldığı sırada) hala "rötuşlarla, pazarlıklarla, kelime-cümle bazında değişikliklerle" tartışabilmelerinden zaten bunu anlayabilmek mümkün. Toplumun sadece bir kesimin, sadece belli bir inanca sahip bireylerini taleplerinden oluşan bir anayasa değişikliği paketi, maalesef 14 Mayıs günü referandum sandığı olarak (üçüncü sandık) önümüze gelebilir.

***

Yine gayet iyi biliyoruz ki, uluslararası (liderleri nöbetleşe değişen) emperyalist sisteme entegre bir dış politikadan vazgeçmeyecekler.

O halde, 15 Mayıs sabahı uyandığımızda (az bir kazanım olmasa da) "Şahsım rejiminin yıkılışı" haricinde pek çok şeyin değişeceğini ummak büyük hayalcilik olur.

Ama, buna rağmen "toptancı - retçi" bir anlayışla hareket etmemek, bu rejimin yıkılışı dahil, çok aşamalı ve uzun bir mücadele süreci içinde bulunduğumuzun idrakinde olmalıyız. Bu rejimin gönderilmesi, 20 yıllık ağır bir kabus dönemine son verilmesi için emekçi güçlerin avazları çıktığı kadar bağırmak üzere meydanlarda olmaları, her ne pahasına olursa olursun koltuğa yapışmak isteyebilecek muktedirlerin seçim hilelerine karşı koyabilmek için sandıklara sahip çıkmak için her türlü çabayı göstermeleri, tarihi bir görevdir.

***

Seçimin sadece sandıktan ibaret olmadığını, meydanlarda, çarşıda pazarda, kapalı salonlarda, fabrikada, tarlada, işyerinde, kahvehanede, okulda, hayatın her alanında aktif ve görünür bir çaba ile "özgürlük, iş, aş, adalet" taleplerini haykırmanın da büyük önem taşıdığını vurgulamak gerekmektedir.

Unutmayalım ki, 2013’ün Şanlı Gezi Direnişi, CHP - Kılıçdaroğlu’nun başlattığı ama her kesimden milyonların destek verdiği 2017 Adalet Yürüyüşü, bu anlamda kitlelerin faşizan baskılara karşın nasıl mobilize edilebildiğinin çok önemli tarihi örneklerini oluşturmaktadır.

Tarih, gücüne güvenen emekçi kitlelerin sesinin gür çıkabildiği oranda özgürlük ve emek mücadelesinin başarıya ulaşabildiğini bize göstermiştir.

O halde, 14 Mayıs’a kadar (ve tabii sonrasında) "Ekmek, barış , adalet ve özgürlük" kavgası için meydanları hınca hınç doldurmanın, bugünün muktedirlerinin gönderilmesi mücadelesini yükseltmenin zamanıdır.