Yalana - dolana, hileye - hud'aya, sahtekârlığa başvurmadan siyaset yapan insanların anlatımlarına ve çağrılarına yeterince olumlu tepki vermeyen, ama bunun tam tersini yapanların sürekli olarak ve değişen parti isimleri altında iktidar oldukları bir ülkede, halkın "sandıklı - seçimli demokrasiye" güveninin erimesi normaldir.

İlk cümlenin girişinde sözünü ettiğim görüşte ve kalibredeki insanların her defasında hayal kırıklığına uğradığı ve hep "Demek ki biz anlatamıyoruz" diye, bence yanlış yorum yaptıkları bir ülkede siyasetten "iki taraflı soğuma", yani adayın da seçmenin de umudunu yitirmesi de anlaşılabilir bir tepkidir.

Ama, sandığa güvenin yitirilmesi ile umudun sıfırlanması söz konusu olduğunda (ki bunun çok güçlü emarelerini etrafımızda çok sık görmekteyiz) verilecek tepkinin, yani "sandık boykotunun" bireysel düzeyde hayata geçirilmesi hiçbir şey ifade etmez.

Bunu örgütlü ve etkili biçimde, dahası sonucu tayin edici oranlarda yapamadığımız takdirde, muktedirlerin umurunda bile olmayacağı gibi, bu çürük ve iğdiş olmuş sistemin devamında da rol oynaması kaçınılmazdır.

Yakın geçmişteki her seçimde olduğu gibi bu kez de "Ortaya konulan sandık ve oy kullanma sistemi ile oyların sayım sisteminin çok büyük ve ağır hileye ve manipülasyona açık olduğunu, propaganda sürecinden ve imkanlarından başlayarak sonuçların tasnifine kadar büyük bir adaletsizlik ve usulsüzlük yaşanabileceğini" ben de savunuyorum.

Ancak bu gerçeğe, bu olguya dikkat çekmem, örgütsüz biçimde bu seçimlerin boykot edilmesini savunmak anlamına da gelmez.

Çünkü, bu koşullarda "sandığa sırt çevirmenin, demokrasiye sırt çevirmek anlamına geleceğini", sorunlarımızın çözümüne de katkı bulunmak yerine erteleyeceğini, hatta daha ciddi sorunlar içine düşmemizi beraberinde getireceğini de anlamamız gerekiyor.

∗∗∗

Pazar günü, mahalli idareler seçimi için sandık başına gitmeyip evimizde oturmak ya da "Pikniğe, yazlığa, yurtdışına filan kaçmak" açıkça, bu ülkede (bütün arızalarına rağmen, paldır küldür de olsa işletilmeye çalışılan) demokrasiyi sahipsiz bırakmak anlamına gelecektir.

Pazar günü sandıktan uzak durmak, emeklinin ve emekçinin hakları için verdikleri mücadeleyi "boşlukta bırakmak", hak hukuk ve adalet için verilen mücadeleyi, adaletsizliklerin ve katliamların hesabının sorulması için verdiğimiz savaşı da sahipsiz bırakmak olacaktır.

Pazar günü yerelde de olsa "anahtarı - mührü" kime teslim edeceğine ya da teslim etmeyeceğine karar verme yetkisinden feragat etmek, soygun ve hırsızlık düzenine, yağma düzenine karşı bir tek sesin bile eksilmesi, dolayısıyla daha cılız bir ses çıkmasına yardımcı olmak
anlamına gelecektir.

Pazar günü "Bana ne? Batsın bu ülke" denebilecek bir tavrın altına imza atmak, ödediğimiz vergilerin, vatandaş olarak bize hizmete dönüşmesini değil de, hırsızların, 5'li 10'lu 20'li çetelerin ve rantiye tayfasının cebine hortumlanmasını kabul etmek sayılacaktır.

Pazar günü "Bir oydan ne olacak abi? Nasıl olsa yine bildiklerini okuyacaklar" diye sessiz kalıp bir köşeye çekilip izlemek, son 22 yılda uğradığımız tüm haksızlıkların ve adaletsizliklerin, yıkılan hayatların, söndürülen ocakların devamına onay vererek, daha da katmerlenmesi için bir tuğla da bizim koymamız demek olacaktır.

Pazar günü oyumuzu attıktan sonra, sırtımızı dönüp hayatımıza devam etmek, (bizzat sayım ve tasnif aşamasında da aktif olarak bulunup) sandığa sahip çıkmamak bile, hırsıza ve uğursuza meydanı bırakmakla eşdeğer sayılmalıdır.

∗∗∗

İşte bütün bunları düşünerek, o gün oy verme yeterliliğine sahip herkesin bu bilinçle hareket etmesi ve sandığa sırtını dönmek yerine, bu topraklarda "çarpık ve arızalı" bile olsa demokrasiye sahip çıkıp, makus talihimizi yenebilmek için önümüze gelen bu periyodik fırsatı bu kez daha iyi kullanmak gerektiğine inanmalıyız.

En başta da yazdığım gibi, "sandığı boykot" da demokrasilerde kimi zaman bir direniş biçimi ve meşru bir tavırdır. Ama bunun kitlesel, örgütlü ve tayin edici, ses getirici olmayan boyutta yapılmasının hiçbir yararı yoktur. Şu an böyle bir örgütlülük ne parti ne de başka tür bir örgütlenme bazında gerçekleştirilebilecek durumda değildir.

O nedenle sandığa, geniş kitlelerin; ezilen, sömürülen, hor görülen, itilip kakılan, iliği kemiği emilen kitlelerin inisiyatif alıp, oy kullanıp "nobran, ceberut ve faşist muktedire bir ders verme" fırsatı olarak değerlendirmesinin zamanıdır.

Medyamızda bir süredir "moda haline gelen" ve bence gazetecinin asla yapmaması gereken "Oyumu kime vereceğim" beyanında bulunmayı yanlış bulurum. Gazeteci milleti olarak, parti - kurum - cemaat vs. oluşumlar ile mesafeli duruşu ve "oy yönlendirmeye" tevessül etmediğimi her seçimde beyan ederim.

Ancak bu seçimde, geçmişte de olduğu gibi, "Kime/kimlere verilmeyeceğini" gayet iyi bildiğimizi ve bu nedenle oyu kullanırken bu "istenmeyeni" hatırlamak gerektiği ortadadır.

Vatana, millete hayırlı olsun.

Ama pazar günü yataktan kalkar kalkmaz ilk işimiz oyumuzu kullanmak, sonuçlar belli olana kadar da vereceğimiz oya sahip çıkmak, hırsıza hakkımızı yedirmemek, görevimiz olsun.