Demokrasiyi, esas itibarıyla "belli kurallar çerçevesinde oynanan bir oyun" olarak kabul edersek, o kurallara ne kadar uyulup uyulmadığı konusu da, "oyunun kalitesi ve sonuçların/skorların ne kadar adil olduğuyla" doğrudan ilişkilidir.

Başka bir deyişle, işin içine "kural ihlâli, şike, hile hud’a vs." girerse, oyun kirlenmiş, sonuçlar da şaibeli hale gelmiş demektir. Aynı bir spor müsabakası, örneğin bir futbol maçında olduğu gibi, düzenleyici otoritenin, sonuca bir tarafın lehine haksız bir müdahalesi ya da kayırması, ya da "gücü elinde bulunduranın, karar vericileri bir şekilde etki altına alma ve bağlama" etkisi işin içine girerse, "skor levhasında" yazılan sonuç tartışmalı, hattâ geçersiz hâle gelir.

Çok partili yaşamın dönemsel yarışması ya da boy ölçüşmesi olan seçimler, işte böyle bir müsabakanın vücut bulmuş halidir.

Avrupa’da "Demir Perde"nin yıkılışını takiben yeni oluşturulan Venedik Komisyonu, işte "Demokrasiye (Avrupa tipi burjuva demokrasisine) yeni adım attığı varsayılan eski "zayıf demokrasilerde" anayasal sistemlerin ve tabii ki seçimlerin adil ve sağlıklı, en önemlisi şeffaf işlediği rejimlerin oluşturulması amacıyla kurulmuştur.

Belirli aralıklarla toplanan Komisyon’un "Venedik Kriterleri" diye de anılan ölçütleri arasında seçimlerin icrasına yönelik yönelik esaslar da vardır.

Bunlar, esas olarak seçme ve seçilme hakkı konusundaki eşitlik, anayasal özgürlüklerin adil biçimde kullanılması, seçim döneminde propaganda özgürlüğünden herkesin eşit biçimde yararlanabilmesi, kamu gücünü elinde bulunduran otoritenin bu "adaleti ve eşitliği sağlamak için gereken önlemleri alması" gibi esaslardan söz ediyoruz.

Türkiye’ye baktığımızda, geçmişte sağ iktidarların (zaten sol ne zaman iktidar oldu?) elindeki kamu kuvvetiyle bu "eşitlik ve şeffaflık ilkesini" olabildiğinde hayata geçirmediğini hatırlarız. Çok partili yaşama geçilen 21 Temmuz 1946 genel seçiminden bu yana hep benzer tartışmalı bir seçim icraatı ve tasnif sürecinden söz edilmiştir. 1946’daki seçim "sopalı seçim" diye anılmış ve "açık oy gizli tasnif" diye adlandırılabilecek şaibeli-kirli yöntemlerin hayata geçtiği, CHP’nin yaşattığı bir acı tecrübe olarak siyasi arşive kazınmıştır.

1950’de iktidara gelen Demokrat Parti rejimi de öncekilere rahmet okutacak ölçüde "manipülatif seçim" süreçlerini yaşatmıştır.

Daha sonraki dönemlerde, örneğin 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası 1982 Anayasa Referandumu da, Kenan Evren Cuntası’nın her türlü baskıya ve sindirmeye başvurduğu ve "5’nci sınıf demokrasilere has" yüzde 90’lar mertebesinde onaylı sonuçların çıkmasını beraberinde getirmiştir.

Sonrasında inişli çıkışlı, görece bir demokratik muhtevadan bahsedilebilmesine rağmen, yine de kırsal kesimde, feodal etkiler ve devletin elindeki gücü kullanmasıyla, yerel düzeyde de olsa arızalar hep yaşandı.

2002 yılında iktidara gelen ve geçen 22 yıldır ülkeyi her anlamda gerilettiği gibi demokratik kriterler ve adil seçimler anlamında da büyük hasara uğratan Tayyip Erdoğan Riyaseti’ndeki rejim, Venedik Kriterleri’nin de çanına ot tıkayan bir yönetim olarak tarihe geçmektedir.

Kamu gücünün pervasızca iktidar partisi ve ortaklarından yana kullanılmasından tutun da, TRT ve Anadolu Ajansı’nın "tek notalı borazanlara" dönüştürülmesi, muhalif adaylara baskı yapılması, sesinin kısılması, propaganda çalışmalarına her alanda engel çıkarılması dahil, her türlü adaletsizliği, üstelik zaman içinde geliştirip çeşitlendirerek devam ettirmekteler.

Sandık seçmen listelerinin tanzimi aşamasından başlayarak, "bölgesel seçmen kaydırma, asker - polis vb. kamu görevlilerini topluca tayinlerle oy gücünü lehine dönüştürme" gibi yöntemlere bile başvurulabiliyor.

Zaten icrası her zaman tartışmalı olmuş SEÇSİS adlı sistemin klavye başında tamamen iktidarın atadığı personelin bulunması, itirazları sonuçlandıracak hakimlerin (İlçe ve İl Seçim Kurulları ile Yüksek Seçim Kurulu) iktidar tarafından atanması, geçen seçim öncesinde yapılan seçim kurullarıyla ilgili düzenlemenin de iktidara hizmet edecek kurallar içermesi, başlı başına "adaletten uzaklaşmanın" somut örnekleridir.

Dahası ve belki de en vahimi, sansür yasası ile iletişimin tamamen rejimin denetimi altına alınması medyanın olağanüstü manipülasyona açık sahiplik üzerinden büyük ölçüde kontrol altında tutulması da ortada "kriter mriter" bırakmamıştır.

Muhalif siyasetçilerin kolluk gücü ve güdümlü yargı tarafından sindirilmesine yönelik baskılar, gözaltı ve tutuklamalar da bütün bunların üzerine bolca tuz - biberi boca edince, "Venedik Komisyonu" ve onun kriterleri buruşturulup çöpe atılmaktadır.

Buna rağmen, gözlemciler aracılığıyla seçimleri izleyen Avrupa Konseyi, Parlamentosu, Komisyon gibi organlar, her seçim sonrasında bir iki "mahcup, utangaç" eleştiri getirmenin de ötesine geçmeyince, muhalefet de "genel sunucu etkileyici düzeyde bir arıza yok" diyerek tembellik edince, rejim sandıkta istediği gibi at oynatabilmektedir.

Bu yüzden de her seçim ve referandumun sonucu tartışmalı hale gelmektedir.

Son 10 - 15 yıldır neredeyse her seçim öncesinde bu konuda yazmaktan ve muhalefeti uyarmaktan yorulmuş olan bu satırların yazarına da bunu ısrarla bir kez daha bugün de (seçime 9 gün kala) hatırlatmak kalmaktadır.

Razı olmamak, itiraz etmek lazım.

Yoksa her birlikte "kirlenmiş bir oyun"un piyonu haline geliriz.

Temiz oyun istiyoruz.