Gıdıklanmak için ‘öteki’ne ihtiyacımız vardır. Bu yüzden çok sevdiklerimizin neresinden gıdıklandığını iyi biliriz. Kendi tenimize dokunarak kendi canımızı acıtabiliriz ama kendimizi gıdıklayarak kendimizi güldüremeyiz. Gülmenin tehlikesi buradan başlar. Tenimize, yüreğimize ya da beynimize bir ‘öteki’ dokunmuştur. Kolektiftir.

‘Sesimi duyuyor musun?’


2020 ayağının tozu ile geldi ve her şeyi birbirine kattı. Henüz Avustralya yangını sönmemişken Endonezya’daki sel felaketi ile başladı yeni yılımız. Sonra, yanlışlıkla vurulan bir uçak dolusu insan, tüm dünyanın yüreğini ağzına getiren bir suikast ve şiddetli bir ülkeler atışması ile devam etti. Tehditler havada uçuştu, liderler toplantılarda, tezkereciler Meclis’te ter döktü. Anneler oğulların derdine düştü.

Ortadoğu kazanı hâlâ kaynıyor.

Akdeniz, deniz olalı bu kadar ölü çocuk görmedim diyor.

Ülkemiz ise kış soğuklarında, henüz elektrik ve doğalgaz faturaları şokunu atlatamadan, iki büyük deprem ile sarsıldı. Deprem her zamanki gibi hazırlıksız yakaladı. Kış soğuğunda insanlar çoluk çocuk sokaklara fırladı. Yuvalar yıkıldı.

Manisa, Elazığ, Malatya acımız büyük. Kayıplarımızı saygı ile anıyoruz. Yakınlarını pamuklara sarmak istiyoruz.

Arada yanlış da yapıyoruz. Kim daha çok üzüldü, kim yaraları daha iyi sardı yarıştırıyoruz. Kiminin ise yardımı kapıdan çevrildi. Ayıp ediyoruz. Ölenlere, kalanlara, hepimiz birbirimize! Hem de çok ayıp ediyoruz. Oysa birbirimize ne çok muhtacız. "Sesimi duyuyor musun?" diye bağırmak, "Evet" denilince sevinmek istiyoruz. Bir gün belki biz de bir enkaz altında kalınca, bu gün o kötü baktığımız bize seslenecek "Duyuyorum" diyeceğiz, "Seni duyuyorum ve duyduğum en güzel ses biliyor musun?"

İyi kalpli olmak istiyoruz, öyleymiş gibi yapıyoruz, öyleyiz sanıyoruz. Belki de öyleyiz aslında. Belki de biz iyiyiz ama çevremiz kötü. Belki de yorgunuz, korkuyoruz, yarınları bilemiyoruz. Herkesi ‘öteki’ olarak görüyoruz. Artık çocukları komşuya bile bırakamıyoruz.

Yeni yıl bir de nur topu gibi yeni bir virüs getirdi, kaygılara yeni kaygılar eklendi. Çin’den gelen Korona virüsü dünyaya yayılmaya başladı. Öldürücüymüş, çok bulaşıcıymış.

Başka ne bulaşıcı birliyor musunuz? Gülmek bulaşıcı! Hem de havadan sudan geliverir, yayılıverir. Öldürmez ama güldürür.

Bugün bu sayfada hepimizin çok ihtiyacı olan ‘gülmek’ konusunda bir başka yazımın bir bölümünü paylaşmak istiyorum. Yazı; Ankara’da her yıl düzenlenen Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nin 18. yılında, Obur mizah dergisi ile ortaklaşa düzenlediği “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Karikatür Sergisi” için çıkarılan dergide yer aldı.

“Gülmek bulaşıcıdır Umalım ki bir büyük salgın çıksın ve tüm dünyayı sarsın...*

1967 yılında bilim adamı Paul Ekman, başka kültürlerle hiç temas etmemiş bir kabile arayışı ile Papua Yeni Gine’ye giderek South Fore kabilesini buluyor. Daha önce kendi küçük gruplarından başka dış dünya ile hiç bağ kurmamış bu kabile insanlarının da sevinince ya da şaşırınca gülümsediklerini, güldüklerini ve bunu da dünyanın geri kalanı ile aynı şekilde, aynı mimiklerle yaptıklarını gördü ve filme aldı. Gülme, bebeğin annesine bakarak öğrendiği bir şey değildi. Daha sonra dünyayı dolaşarak değişik yöre ve kültürlerde gülme mimiklerini kayıt etti. Yüzdeki kırk iki kasın hareketi ile oluşan gülme mimiklerini sınıflandırarak on dokuz farklı gülüş tespit etti. Bu on dokuzun; on sekizini içten ya da “doğal olmayan gülüş” olarak ayırdı. Bu on sekiz gülüşü; sosyal ortamlarda başka duyguları maskelemek amacı ile, beğenmediğimiz bir espriye kibarlık olsun diye, korktuğumuzu ya da utandığımızı gizlerken vb. amaçlarla kullandığımızı belirledi. Sadece bir tanesi gerçekti ve bu “gerçek gülüş”, istemsiz hareket eden, kontrol edemediğimiz kasların da gülüşe katılması ile oluyordu. Ağzımızın gülerken ne kadar açıldığı, dudaklarımızın yukarı kıvrılması falan değil, gözümüzü çepeçevre çevreleyen bir kas bunu belirliyordu. Bu kası ilk bulan bilim insanına ithaf olarak da içten, doğal, gerçek mutluluk gösteren gülüşe “Duchenne gülüşü” adını verdi (Klein, 2006, s. 3-8).

İşte onun için ‘gerçekten’ gülünce, şarkıdaki gibi gözlerimizin içi gülüyor ve biz bunu taklit edemiyoruz. İşte bu yüzden fotoğraflarda; yüzümüzde o boş, eğreti ve zavallı gülüşle bakıyoruz.

Bebekler konuşmayı öğrenmeden gülmeyi öğrenir, dış dünyayla iletişim kurmada, ağlamadan sonra öğrendikleri ilk şeydir. Gülmek, bazı uyaran ve duyumlara bedenin gösterdiği fizyolojik bir tepkidir. Yetişkinin bebekle iletişim kurmasında da “gıdıklama” önemli bir faaliyet, aile içinde ebeveynle çocuk arasında “duyumsal bir heyecan biçimidir.” “İleride kendi başına yemek yiyebilecek olan çocuk, mastürbasyon yapabilecek olan çocuk, asla kendi kendini gıdıklayamayacaktır. Ötekinin yokluğunda çocuğun yeniden üretemeyeceği bir zevktir bu.” (Phillips, 1996, s. 19-20)

Gıdıklanmak için ‘öteki’ne ihtiyacımız vardır. Bu yüzden çok sevdiklerimizin neresinden gıdıklandığını iyi biliriz. Kendi tenimize dokunarak kendi canımızı acıtabiliriz ama kendimizi gıdıklayarak kendimizi güldüremeyiz. Gülmenin tehlikesi buradan başlar. Tenimize, yüreğimize ya da beynimize bir ‘öteki’ dokunmuştur. Kolektiftir.

‘Gülmek’ insan bedeninin en mutlu olduğu faaliyetlerdendir ve bir dizi fizyolojik ve psikolojik etki yaratır. Bir kahkaha ile, mutluluk veren endorfin salgısı artmış, bağışıklık sistemi güçlenmiş, kortizol ve adrenalin gibi stres hormonlarımız düşmüştür. Öfke, gerginlik gitmiş, bir iyilik hali gelmiştir. Doğal akışında gitmeyen, alışılmışın dışında bir şey olmuş ve biz gülmüşüzdür. Duyularımızı serbest bırakmışızdır. Başkalarının bir durumuna gülmüşsek bir an için normların dışına çıkmış, kötü çocuk olmuşuzdur. Bir an için çıtaları, sınırları gevşetmiş, indirmiş ya da yükseltmişizdir. Özgürüzdür.

........

Bebeklerin gülmesini hep çok sevdik ve gerekirse karşılarında garip sesler çıkararak on takla atıp güldürdük. Ama çocuklar biraz büyümeye başlayınca da o çok şahane gülüşlerini tutmaları gerektiğini söyledik. İdrarını, dışkısını tutmayı öğrenmesi gerektiği gibi, kahkahasını da tutmayı öğrettik. Çünkü kendi kendine gülenlere ‘deli’, erkeklere ‘karı gibi’, gülen kadınlara da ‘hafif’ dedik. Ciddiyet; sert, kasılmış, gergin bedenler, asık yüzler; kahkahaya teşne uçarı beden ve zihinleri özenle terbiye edecektir.

.....

Oysa birlikte gülebilmek “hemfikir olmaktır”(Behrens, 2011, s. 80). Gülmek; arayan, soran, didikleyen bir zihnin, taş kesmemiş, hâlâ sıcak bir kalbin eylemidir. Bir direniş, bir karşı çıkış, bir baş etme durumudur. Gülebildiğimiz kadar yaşarız, gülebildiğimiz kadar özgürüz, gülebildiğimiz kadar insanız, yan yana gülebildiğimiz kadar varız ....”

Çocukken, dayım bizi çok gıdıklardı. Onu görünce çığlık çığlık gülerek kaçışırdık. Allah hiç birimizi, hele de çocukları, bir ‘gıdıklayan’sız bırakmasın.
Tüm yaraların sarıldığı, tüm seslere cevap verildiği, gülebildiğimiz güzel günlere dileği ile.

* Treske, G.L. (2015) “Gülmek Bulaşıcıdır - Umalım ki bir büyük salgın çıksın ve dünyayı kurtarsın”. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Karikatür Sergisi Dergisi, Uçan Süpürge - Obur Mizah. Sayfa: 8
Kaynakça:
Behrens, R. (2011). Adorno Sözlüğü. İstanbul: Versus Kitap
Klein, S. (2006). The Science of Happiness. Cambridge, A.B.D: De Capo Press.
Phillips, A. (1996). Öpüşme , Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine. İstanbul: Ayrıntı

cukurda-defineci-avi-540867-1.