Sovyet yönetmen Andrei Tarkovsky, Soğuk Savaş’ın zirve yıllarında, 1966’da Andrei Rublev adlı muhteşem bir film yaptı. 15’inci yüzyılda yaşamış ikon ressam Andrei Rublev’in hayatından bazı kesitlerin aktarıldığı bu filmde, Rublev’in iktidarla ilişkileri ve estetik görüşleri arasındaki sıkışmışlığı anlatılır. Bizans yıkılmıştır, Rus Ortodoks Kilisesi artık tüm iktidar oyunlarının merkezindedir. Prensler, yaptırdıkları kiliselerin resim işlerini Rublev’e emanet ederken, ondan korkutucu ikonlar yapmasını ister. Onlara göre, kiliseye gelecek insanlar duvarlarda şehitlerin çilesini, günahkârlara vadedilen cehennem azabını, tanrının gazabını görmelidir -halkın kimin efendi kimin kul olduğunu bilmesini sağlayacak, ortaçağa özgü bir görsel propaganda yöntemi. Oysa Rublev, tanrının böyle bir ‘politik şey’ olmaması gerektiğine inanmakta, ikonlarında daha canlı ve umut veren hikâyeler anlatmak istemektedir.

Sadece 402 plandan oluşan 3 buçuk saatlik siyah-beyaz film biterken, perdeyi Rublev’in capcanlı renklerle yaptığı ikonlar kaplar. Böylece Tarkovsky, halka dayatılan karanlığın çoktan yerle yeksan olduğunu, ama Rublev’in aydınlık fikirlerinin yaşadığını göstermiş olur.

Filmin muhteşemliği, sinemanın bir başka dâhisi olan Ingmar Bergman tarafından şöyle dile getirilir: “Tarkovsky bana hayatımdaki ve sinemadaki en unutulmaz deneyimi yaşatmıştır. 1971 yılında bir gün, geç vakit, Svensk Filmindustri’nin gösterim odasında, yapımcı Kjell Grede ile bir film izliyorduk. Film bittikten sonra, projeksiyon kabininin zemininde bir sürü film kutusu gördüm. ‘Bunlar nedir’ diye sordum, makinist “Ne bileyim, bir Rus filmi işte!” diye cevap verdi. O sırada kutuda Tarkovsky’nin adını gördüm ve Grede’ye dedim ki: ‘Bu adamın sineması hakkında bir şeyler okumuştum. Bunu mutlaka görmemiz lazım.’ Bize filmi izletsin diye makiniste biraz rüşvet verdik. Film, Andrei Rublev’di. Sonra, saat gece 2.30’da, kupkuru gözlerle, titreyerek, coşkuyla ve sarsılmış biçimde salondan çıktık. Bunu asla unutmayacağım. Daha ilginci, filmi altyazı olmadan izlemiştik! Konuşmaların tek bir sözcüğünü bile anlamamıştık ama büyülenmiştik.” (Ingmar Bergman Interviews, Ed: Raphael Shargel, The University Press of Mississippi, 2007, s.197)

***

Bergman’ın Andrei Rublev’den üç yıl önce, 1963’te yaptığı Winter Light/Kış Işığı adlı çok güzel bir film var. Duygusal atmosferi epey soğuk olmasına rağmen seyirciyi hızla içine çeken bu küçük film, Tomas adlı bir taşra rahibinin bir pazar günü yaşadıklarını anlatır. Rahip sabah kendi kilisesinde altı kişilik bir cemaatle ayin yapar. Ayinden sonra, rahiple özel görüşmek isteyen cemaat üyesi bir karı-koca gelir. Kadın, kocasının dünyanın gidişatından kaynaklanan depresyonundan yakınır: “Kendimizi yitik hissediyoruz... Aslında benim çok sıkıntım yok, ama Jonas’ın sabrı tükendi. Geçen bahar başladı. Jonas gazetede Çin’le ilgili haberler okudu. Yazıda Çinlilerin nefretle yetiştirildikleri yazıyordu. Ve Çin’de çok yakında atom bombası üretileceğinden bahsediyordu. Kaybedecek bir şeyleri yokmuş. Bunlar yazıyordu. Bu beni çok endişelendirmiyor. Belki hayal gücüm çok kuvvetli olmadığındandır. Ama Jonas bunu düşünmeyi bırakamıyor ve sürekli bunu tartışıyoruz.”

Rahip Tomas’ın da, bir Bergman karakterinden bekleneceği üzere, varoluşçu şüphelerden kaynaklanan bir inanç krizi vardır. Dünyada bunca şey olurken tanrının neden sessiz kaldığını sorgulamakta, finalde kabulleneceği ‘tanrının yokluğu’ olgusunu bastırmaya çalışmaktadır.

Rahip, depresif Jonas’la konuşur ama niyeti Jonas’ı rahatlatmaktan ziyade, kendi bunalımını paylaşmaktır: “Papazlığa ilk başladığımda bir bebek kadar masumdum. Sonra her şey birden oldu. İspanya İç Savaşı’nda Lizbon’da bir gemide papazdım. Neler olup bittiğini görmeyi reddettim. Gerçekleri kabullenmeyi reddettim. Tanrımla birlikte her şeyin anlam taşıdığı bir dünyada yaşıyordum.” Finalde Tomas’ı, komşu kasabada, hiç kimsenin gelmediği bir ayin yaparken görürüz.

Anlarız ki, sessizlik tanrının değil insanın sessizliğidir. Tanrı var olmadığı için sessizdir; insan, sesini kıstıkça kendini yok eder.

***

Bugün, Bergman ve Tarkovsky’nin filmlerinde tarif ettiği her türlü kötülük ve saçmalığı gerçekleştiren, varlığı yok ederken olası bir yokoluşu var eden iktidarların dünyasında yaşıyoruz. Ama bu film de bitecek. Ve bittiğinde Tarkovsky, Bergman, Kurosawa, Angelopoulos ve diğerleri dimdik ayakta dururken, aynı ölüm dilini konuşan bu iktidarların esamisi bile okunmayacak.