Süleymaniye’de uyurgezer gibi dolaşıyorum. Dağların üzerini örten bulutlar… Bildiğim her şeyi unutmuş gibiyim. Türkçe konuşan çok az, belki o yüzden. Seninle konuşuyorum sürekli. Bilmediğim dillerde insanlarla konuşmaya çalışırken de, kulağıma fısıldıyorsun Kürtçe, Arapça, Farsça…

Dünyanın pek çok yerinden gelmişler buraya, Galawezh (Galawej) Kültür ve Edebiyat Festivali için. Önümde mikrofon, günümüz edebiyatı hakkında bir şeyler söylemem gerekli. Edebiyat, hayatımızın neresinde? Buraya geleli kaç gün oldu? Sanki burada doğmuşum ve burada yaşayıp öleceğim. Uçağımız yarın kalkacak.

Savaş uçakları uçmuyor şehrin üzerinde, tanklar ya da koşturan askerler de yok etrafta, ama savaşın soluğunu hissediyorum, renkler solgun… Elimin üzerindeki kesiği fark ediyorum sonra. Süleymaniyeli şair Şêrko Bêkes’in “Ben uzun boylu bir sızıyım / Başka bir acının omzuna konmadan; / Yaralar nerede ise beni bulur” dizeleri, peşimi bırakmıyor.

Yarın ne olacak, kimse bilmiyor. Başka bir hayatın özlemini insanların yüzlerinde görebiliyorum, ama o başka hayat ne? Dünyayı rüyasından uyandırmak isteyen Walter Benjamin geliyor aklıma. Edebiyat, uyandırabilir mi dünyayı? Edebiyat, savaşları durdurabilir mi, yoksa savaşlardan ölü toplar gibi hikâye mi toplar sadece?

İran’dan gelmiş iki genç şair buluyor beni kalabalığın içinde, yaptığım konuşma çekmiş onları. Sonra Süleymaniye ve Erbil’den genç şairler, yazarlar. Eskiden daha çok kahramanlık ve aşk şiirleri yazılırdı diyorlar, şimdiyse başka şeyler yazmak istiyorlar, başka şeyler yaşamak… Biri yazdığı fantastik bir öyküden bahsediyor, biri Beat kuşağının şiirine etkisinden, biri çıkardıkları bir fanzinden… Edebiyat, dünyayı uyandırabilir. Bizi burada aynı duygularla buluşturan, edebiyat değil mi? Yaşar Kemal’in eşi Ayşe Baban, konuşma yapmak için kürsüye doğru yürürken, sanki önümüzden Yaşar Kemal geçiyormuş gibi bizi ayağa kaldıran, edebiyat değil mi?

Burada daha gerçek, duygular, düşünceler… İstanbul’da ya da Berlin’de kitap okumakla yazmakla, Diyarbakır’da ya da Süleymaniye’de, Şengal’de kitap okumakla yazmak, aynı şey değil. Edebiyat, bir oyuncak değil burada, hayat memat meselesi… Belki de o yüzden gitmek istemiyorum, bütün hayatımı bu dağlarda dolaşarak geçirebilirmişim gibi… “Saçmalama!” diye bağırıyorsun kafamın içinde. Gülümsetiyor beni bağırman. Bize “tutkulu akıl” ve “rasyonel arzu” lazım diyorsun, liberal bireyciliğin ve temsili demokrasinin ihanet ettiği özerkliğimizi yeniden canlandıracak. Edebiyat ancak özerkliklerin çoğalmasıyla dünyayı rüyasından uyandırabilir, hayat memat meselesine dönüşebilir.
Dünya, eski iktidarların enkazı altındaymış ve o enkaz yığınlarının altında küçük küçük yeni bir hayatın ilk işaretleri olan rengârenk çiçekler beliriyormuş gibi… Edebiyat, işte o çiçeklerden başka bir şey değil. Elinde Soranice yazılmış şiir kitabını tutan o genç şaire ve şehrin üzerinden geçip savaş bölgelerine doğru giden bulutlara bakarken, aklımdan bunlar geçiyor. Aklımdan geçenleri duyuyor ve gülümsüyorsun, umutlu şeyler düşündüm çünkü, içinde hüzün olsa da… Umutlu şeyler düşünmem, seni sevindiriyor. Elimden tutup beni şehrin arka sokaklarına doğru sürüklüyorsun. Seninle her yerde kaybolabiliriz. Oyun oynayan çocuklar görüyoruz, yöresel kıyafetleri içinde kadınlar. Her şey bize bir şey anlatıyor, Kafka’nın dediği gibi, belleğimiz bu kadar dolu olmasa, hakiki sözleri daha kolay duyabilirdik; köpeklerin, kedilerin, duvarların, ağaçların, her şeyin konuşabildiğini… Kafka’nın filozof köpeğinin sözlerini hatırlatıyorsun sonra bana: “Bizler, sessizliğin ezdikleriyiz; gerçekten nefes almak için onu yarmak isteyenleriz…” Edebiyat, bu sessizliği yarıp nefes aldırdığı sürece, bu sefil hayatı değiştirecek gücü kendimizde bulabiliriz. Dünyayı rüyasından uyandıracak o “hakiki söz”e ulaşana dek…