Bir katili yakalamak için başka katillerden faydalanma fikri bizi ‘kötünün iyisi’ne mahkûm eden genel zihniyetin bir eseri. Bunun en iyi örneği The Silence of the Lambs/Kuzuların Sessizliği’dir (1991). Filmde Hannibal Lecter’ı izlerken ona saygı duymamızı sağlayacak tüm anlatı stratejileri kullanılmıştı. Thomas Harris’in aynı adlı romanına epey sadık olan bu uyarlama Lecter’ın cinayetlerini göstermiyor, sadece anıştırıyordu. […]

Bir katili yakalamak için başka katillerden faydalanma fikri bizi ‘kötünün iyisi’ne mahkûm eden genel zihniyetin bir eseri. Bunun en iyi örneği The Silence of the Lambs/Kuzuların Sessizliği’dir (1991).

Filmde Hannibal Lecter’ı izlerken ona saygı duymamızı sağlayacak tüm anlatı stratejileri kullanılmıştı. Thomas Harris’in aynı adlı romanına epey sadık olan bu uyarlama Lecter’ın cinayetlerini göstermiyor, sadece anıştırıyordu. Lecter belli ki bir zamanlar kötü bir şeyler yapmıştı ama bu onu akıl hocası yapamayacağımız anlamına gelmezdi. Böylece film bittiğinde artık Hannibal Lecter denince akla gelen, aşırı güvenlikli bir akıl hastanesinin en derin koğuşunun en dip hücresinde hapsedilen bir yamyam katil değil, üstün zekalı, mantıklı, pratik, her konuda yüksek zevk sahibi olan bir entelektüeldi.

Lecter karakterinde somutlaşan diğer bir olgu, seri katillerin sinema aracılığıyla birer ‘ataerkil kahraman’ gibi sunulmasıdır. Lecter, dehşetli bir seri katili son kurbanını öldürmeden önce yakalamak için çabalayan FBI ajanı genç kadının ihtiyaç duyduğu baba figürüydü; yol gösteren, eğiten, ‘babanın yasası’nı öğreten baba.

Katil, her şeyden önce ‘cinsiyeti belirsiz’ bir karakterdi. Kurbanlarının derisini yüzerek yaptığı şeyin bir tür cinsiyet değiştirme operasyonu olduğunu da ‘baba’ sayesinde öğreniyorduk. Dünyasını dönüştürmek için kullanacağı son kurban da kimdi dersiniz? Önemli bir ABD senatörünün kızı! ABD’nin yakın geleceğini katletmek üzere olan cinsiyetsiz -bu dünyada yeri olmayan- ‘ucube’yi durdurmak için her yol mübahtı. Filmin aynası olduğu dönemin -1980ler- CIA’in denizaşırı darbeleri ve Reagan yönetimi sayesinde Soğuk Savaş’ın bitmeden önceki en parlak zamanı olduğu gerçeğini de ekleyince, karşımızdaki anlatının sembolik düzeyde bir vatan kurtarma hikayesi olduğu kolayca anlaşılıyor; Afganistan’daki köktendinci mücahitlerin ‘en büyük düşman’ Sovyetlere karşı kullanıldığı yıllar…

Amerikan sağcıları ‘Taliban Lecter’ın hapishaneden kaçıp yeni cinayetler işleyeceğini bilseler yine de ondan yardım isterler miydi? Kesinlikle evet!

TrumpRTEPutingiller’in güllük gülistanlık dünyasında bunları hatırlamak zaten zor değil, ama bir de Amerikan kitle kültürü yeni Lecter hikâyeleri üretme hızını aniden arttırınca, can alıp can veren babasına kesime götürülen kuzuların çığlıklarını anlatan küçük kızı anımsamak daha da kolaylaşıyor.

2019’u daha yarılamamışken, biri belgesel olmak üzere üç ayrı Ted Bundy filmi yapıldı, 2018 yapımı Ted Bundy: Serial Monster henüz soğumamıştı bile. Ted Bundy, ‘Green River katili’ olarak bilinen birini yakalamak için polis ve FBI’ın yardımına başvurduğu, 1970li yıllar boyunca 30 kadını öldürmüş -gerçek sayının 70 kadar olduğu söyleniyor- soğukkanlı bir seri katil, yani Hannibal Lecter karakterinin esin kaynağı…

Gerçi Ted Bundy Amerikan kitle kültürü için yeni bir figür değil; idam edildiği 1989’dan sonra bu katil hakkında sinema ve TV için çok sayıda film yapıldı. Ama bu son filmler -Conversations with a Killer: The Ted Bundy Tapes (belgesel), Extremely Wicked, Shockingly Evil and Vile ve Bundy and Green River Killer) onu bir akıl hocası olarak yeniden parlatıyor. Daha büyük ve şu anda aktif olan bir kötülüğe karşı, el altında bulunan bir kötülüğü kullanma hikâyesi…

Bunun verili toplumsal durumda bir şeylere karşılık geldiğine şüphe yok, Trump Amerikasının -TrumpRTEPutingiller dünyasının- yeni projeleriyle ne kadar ilintili olduğunu ise ileride göreceğiz.