Yakacık’ta yeni bir mahalle kurulmuştu, Uğur Mumcu’ydu adı, sene doksan üçtü, iki odalı yeni bir evde, öte odadaki teypten Daimi’nin sesi geliyordu: Ne bıko usar amo sili vorene, dere biye şene..’ (Benim bahtsız oğlum, bak bahar geldi, yağmur yağıyor, dereler nasıl da şenlendi). Bawa Mursa birden fırladı yerinden; ‘Nero o kamo, Sılo Qızo?” (Kim söylüyor, Sılo Qız mı?)

Başlarda cura vardı; üç telli derlerdi; pirler, dewresler ne zaman tewt’te girse, ateşte bile ellerinde yanmayan kızıl ağaçtan yapma curaları olurdu. Sesleri, tıngır tıngır inleyen curayı bastırırdı. Sonraları onun yerini uzun sapı ve çok teliyle thomır, bu yakınlarda ise gitar aldı. Sılo Qız’ın elinde her waxt kırmızı kemanesi vardı.

İkibinli yılların başıydı, bu defa Almanya’da bir salondaydık, gelen Sılo Qız, karşılayan Memed Çapan idi. Memed Türkiye’ye, Mazgert eteklerindeki köyüne belki kırk yıldır dönememişti, Sılo Qız ordan geliyordu. İki ozan tam kucaklaşacaktı ki, Çapan’ın dilinden şu sözler döküldü:

‘Apo Sılema, Xalo Sılema, ma ve ser di, tı xer ama, payna ro neway serre heni ama, Apo Sılema Khalo Sılema..’ (Süleyman amca, Süleyman dayı merhaba, sen hoşgeldin, doksanına girdin de öyle geldin, Süleyman amca, kamil Süleyman). Ne buluşmaydı ama.

Bir Qere Çarseme günü, martın yirmi birinde, tüm ağaçlar başını eğip, Hakk’a secde ederken, Suranlılar’ın ninesi, ‘neslimiz Süvari olsun’ diye dua etmiş, Mılıjler’inki, ‘sair olsun’ dedi. Suranlılar o gün bugün süvari, Mılızler ise şair oldular. Sılo Qız, ikincilerdendi.

’38’de Ağustos ayı ortasında Mılu mıntıkasında kadın, erkek, çocuklardan müteşekkil bir kafile yürüyordu, hava sıcak, güneş gölgede bile yakıyordu, açtılar, susuzdular, bitkindiler, elbiselerinde, havada, ağızlarında toz vardı, sisliydi her şey, nereye gittiklerini bile bilmiyorlardı, hemen yanlarında tüfekleriyle askerler, içlerinde elinde kemanıyla küçük Süleyman vardı. Komutan, parmağıyla elinde kemane olanı işaret etti: ‘O çocuğu onlardan ayırın, askerlere saz çalar, eğlendirir.’ Bu henüz bıyıkları yeni terlemiş Süleyman’ın ‘yaşam bileti’ idi. O kafile, az sonra ölüme gitti.

Ama küçük Süleyman, namıyla sanıyla Sılo Qız o kafileyi hiç aklından çıkarmadı. Keman çalmayı yedi yaşında sair babasından öğrenmişti. O kafiledekiler, toz içindeki yüzler, sesler, hepsinin korkunç sonları, Sılo Qız’ın ozanlık yaşamının başlangıcıydı. Yollara düştü, gördüklerini, dağlara, taşlara, ağaçlara, gökte kuşlara, insanlara anlattı. Weliye Usene Yimam bir yanda, Sılo Qız öbür yanda, Dersim’in phepug kuşları oldular, on iki dağın üstünde dönüp durdular.

Ölüm yolcularından oluşan o adsız kafile içinde, hüneri sayesinde son anda kurtulan Küçük Süleyman, tam bir yüzyıl ayakta kaldı, elinde kemanıyla, torunlar, torunlarının torunlarını bile gördü, oysa keder çok yaşatmaz insanı derler. Gözleriyle gördüklerine, kulaklarıyla duyduklarına, dilindeki ağıtlara rağmen, ağaçlar kadar uzun oldu ömrü. Ve dün sabah elveda dedi. Geride kemanesi ve ağıtları kaldı.

cukurda-defineci-avi-540867-1.