1979 tarihli Gazeteciler adlı filmden söz ediyorduk; bir kadın gazetecinin haber yapmak için gizlice yaklaştığı maço mafya babasına âşık oluşunun, bu kabadayının milleti haraca bağlayarak yaşadığı lüks hayatı bırakıp mavi tulumlu bir torna işçisi olmayı tercih edişinin ve nihayet eski çalışma arkadaşları tarafından kurşun yağmuruna tutulup elinde bir somun ekmekle öldürülüşünün hikâyesi.

Hastalıklı kentleşmenin hastalıklı kültürel ürünü olan bu Yeşilçam mafya filmlerinin Hollywood gangster filmleriyle erkek-egemen dünya görüşü dışında neredeyse hiç ortak noktası yok gibidir. Mesela Hollywood gangsteri, yaptığı işin feodal nitelikler taşıyan bir kapitalizm ürünü olduğunu kabullenmiştir; onun yaptığı ‘iş’, sistemin çarklarını döndürmesi için köşedeki marketin yaptığından çok da farklı değildir. Yeşilçamlı mafya babasıysa içinde hep bir vicdan azabı, hep bir ‘kendini meşrulaştırma’ çabası taşır. Burada mafyatik oluşumların sistemin ürünü olduğu gerçeği mümkün olduğunca görünmezleştirilir, ‘kaderin oyunu’ kavramı öne çıkarılır. Yoksa bu saf ve temiz kenar mahalle çocukları neden böyle bir iş yapsın ki?!

Bu yüzden, örneğin 1972 tarihli başyapıt The Godfather/Baba’da büyük patron Don Corleone uyuşturucu ticaretine vicdani nedenlerle değil de elde edilecek kâr politik güç ilişkilerinin bozulmasına değmeyeceği için bulaşmak istemezken, bu filmden epeyce beslenmiş Yeşilçam anlatılarındaki ‘kader mahkûmu’ mafya babası gelen teklifi ‘bu vatanın çocukları’nın zehirlenmesini istemediği için reddeder, hatta buna karşı savaşacağını belirtir.

Uyuşturucu işine ‘hâşâ’ bulaşmayan alaturka film mafyası için haraç kesmek, kumarhane işletmek, içki-sigara kaçakçılığı yapmak, bunları yaparken şiddet uygulamak ve cinayet işlemek sorun değildir. Silah kaçakçılığı ise bu faaliyetler arasında çok özel bir yere sahiptir, çünkü burada doğrudan erkek-egemen toplumsal kodlar devreye girer: Bir erkeğin sahip olması gerekenler ‘at-avrat-silah’tır. Üçü de fallusun etrafında oluşturulmuş bir dünyayı simgeler. Böylece feodal yapılara özgü kültürel kodlar öne çıkarken kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri tümüyle sisler içine gömülür -Türkiye gibi ülkelerde özellikle milliyetçi-muhafazakâr oluşumların mafya benzeri yapılara dönüşmesi bu yüzden çok kolaydır.

Ama ne işse, bu açık feodal-gizli kapitalist zihniyetin ağzından düşürmediği kavramlardan ‘mertlik’ ile ilişkisi sıfıra yakındır. Bir kişinin üstüne sürü halinde saldırabilir, pusu kurabilir, silahsız hedeflerin sırtına namlu doğrultabilirler. Bu sadece filmlerde böyle değildir; örneğin siz ya da ben bir mafya babasıyla -diyelim ki Sedat Peker veya Alaattin Çakıcı ile- teke tek karşılaşabiliriz ama onlar bizimle ‘hesaplaşmak için’ ya adamlarını gönderir ya da fedaileriyle birlikte ve mutlaka silahlı gelirler.

Ve nihayet, bu ‘mert kader mahkûmları’nın yıkımı daima kadınlar yüzünden olur: Havva’nın yasak meyveyi yeme konusunda Adem’i kandırması örneğinde olduğu gibi, burada da anne/sevgilinin sitem ve gözyaşlarıyla mafyayı bırakması için yalvardığı kadın, erkeğin silahı bırakmasına -fallustan vaz geçmesine/iğdiş edilmesine- ve ölümüne neden olur.

Defalarca canlandırdığı ‘mafya babası anası’ rolleriyle anımsayacağınız Aliye Rona, Gazeteciler’de oğlu Kemal’e şunları söyler: “Ya bu yoldan dönersin evlat, bir kuru ekmekle gelirsin kapıya, baş tacı ederim, ya da silerim seni, ‘Benim oğlum öldü’ derim!”. Finaldeyse, artık mafya babası değil mavi tulumlu bir tornacı olan Kemal elinde bir ekmekle kanlar içinde yatarken, oğlunun başucunda ağlayarak şunu söyler: “Oğlum evine döndü kızım, anasına helalinden ekmek getirdi.” Kadın hedefine ulaşmıştır ama bundan hiç kimse memnun değildir. Bu yüzden seyirci kendini yine o saçma ikilemde bulur; ya ölüm üzerinden nekrofilik bir arınma yaşayacak, ya da şunu diyecektir: “Yav, mafya işlerini hiç bırakmasa mıydı acep?!”