Bulutsu biri olmak zor, biraz rüzgâr esmeye görsün, dağılıp gidiyorsun. Ama bir bulutun toparlanması da dağılması kadar kolay, üstelik kırılmaz, çürümez… Belki bu sayede hayatta kalmayı başarıyoruzdur, bu ülkede hiç eksik olmayan fırtınalara rağmen. Aslında kalmıyoruz, eksile eksile gökyüzünde giden bir bulut gibi, bir bakmışsın güneş… Küçük Prenses diye seslendiğim, sokaklarda kâğıt mendil satan küçük kız, başını defterime uzatmış “bulut” sözcüğünü heceleyerek okuyor. Her gün, okuyabildiği beş sözcükten sonra bir mendil alıyorum çünkü. “Bulutu okumak kolay tabii, hadi bir de şunu oku bakalım” diyerek “barış” sözcüğünü yazıyorum deftere. Okuyor hemen, “barış” derken “ş”yi uzattıkça uzatıyor, “Çok kolaymış” diyor sonra da bilmiş bilmiş. Ah görmeniz lazım, öyle sevimli ki… Diyorum ki, “Sana kolay, bu ülkede okunması en zor, okunsa bile anlaşılması mümkün olmayan sayılı sözcüklerden biri.” Anlamıyor tabii ne demek istediğimi, nasıl anlasın... Yani o daha gerçek bir hayat yaşıyor, sokağı sokak gibi, kediyi kedi gibi, bulutu bulut gibi… Thomas Bernhard, “Yetişkinler sadece hayal dünyasında yaşarlar, çocukların hayatı ise gerçektir” demişti ya bir söyleşisinde…

Aklıma, Suriyeli mülteci bir kız çocuğunun, asfalt yolun üzerinde Danimarkalı bir polisle oyun oynadığı o sahne geliyor. Gerçek hayat, tam da böyle bulutsu bir şey işte, oyun oynayan o çocuğun başına yolculuğu boyunca kim bilir neler gelmiş, ne korkunç şeylere tanık olmuştu evini terk ederken. Ama işte şimdi oyun oynarken her şeyi unutmuş gibi gülüyordu, gerçekte unutmamış ve belki de hiçbir zaman unutamayacak olsa da… Sonra Cizre geliyor aklıma, öldürülen, yaralanan, aç susuz bırakılan çocuklar… Herkes olup biteni okudu, dinledi, gördü… Duras’ın senaryosunu yazdığı “Hiroşima Sevgilim”deki “Sen hiçbir şey görmedin Hiroşima’da, hiç!” repliğini hatırlıyorum sonra. Bir rüzgâr esiyor ve dağılıyorum oturduğum masada. Bir bulutun kendisinden ve diğer bulutlardan başka tutunacak bir şeyi yoktur. Artık sonbahar geldiği için denizin üzeri bulutlarla kaplı, rüzgâra kapılmış üzerimden geçiyorlar, belki de rüzgâra onlar yön veriyorlardır diye düşünüyorum. Küçük Prenses çoktan gitmiş, rüzgârın uçurduğu bir bulut gibi, sokak sokak dolaşıyor mendil satarak… Geçim derdi… Hüzünlü şeyler yazmayacağım diye kendime söz vermiştim, bırakıyorum hemen kalemi elimden. Eğer yazmaya devam edersem, hüzünlü bir bulut olacağım, yazdığım sözcükler yetmeyecek. Ama gördüğüm ve okuduklarımdan anladığım bir şey var ki, en çok canımı o sıkıyor. “Hiroşima Sevgilim”deki adamın dediği gibi, hiçbir şeyi gördüğümüz, anladığımız yok. Gerçekte neler oluyor hiç bilmiyoruz, bilemeyeceğiz, çünkü şartlandırılmışız, beynimizde gerçekliği değiştirerek yorumlayan ideolojik makineler var, hayata çıplak gözlerle bakma becerimizi, büyüdükçe, düzenin çarklarında şekillendikçe yitirmişiz. Eğer bir adamı, sırf yöresel kıyafet giyip fotoğraf çektirdi diye yüzlerce kişi çocuklarının yanında dövüyor, meydana getirip döve döve Atatürk büstünü öptürüyorsa… Ve bunu yapanlar, kendilerini masum ve kahraman olarak görüyorlarsa…

Sevdiklerini düşündükleri Atatürk’e bile, böyle yaparak hakaret ettiklerinden habersizlerse… O insanların, tabuttan kürsü yapan politikacılara oy vermesinden daha doğal ne olabilir ki?.. Çünkü o politikacılar, bu insanların beyinlerindeki ideolojik makinelerin nasıl çalıştığını gayet iyi biliyorlar, öyle oy topluyorlar, öyle savaş çıkartıyorlar, öyle linç çeteleri yaratıyorlar. Ve bu yüzden edebiyata, sanata, fikir özgürlüğüne düşmanlar; o ideolojik makineler bozulur çalışmazsa, sonlarının geleceğini biliyorlar çünkü…

Paul Nizan’ın “Fesat” adlı romanında “Gençler pek ender sözünü etseler de, sözünü etmekten utansalar da, ölümü herkesten daha fazla ve sabırla düşünürler” diye yazdığı gibi, eskiden bütün bu olup bitenlerin başka bir ağırlığı olurdu üzerimde. Şimdi daha çok o oyun oynayan Suriyeli mülteci kız çocuğu gibi, acıya ve umutsuzluğa teslim olmadan, çıplak gözlerle hayata bakmanın ve hayata düşman o ideolojik makineleri bozacak düşüncelerin derdindeyim. Turgut Uyar’ın şiirinden geçen bulutlar geliyor aklıma,

“Benim saadetim kolaydır;
/ Bulutlar ve ağlamak varken.
/ Geniş vitrinler, canlı dudaklar, eller / Daracık sokaklarda bir iki adam… /
Hem bir şarkımız var söylenecek.
/ Hem vakit erken…”