Sözcükler öyle kolay kolay ölmez ki…

‘Karınca Hastanesi’ adlı romanım yayımlandığında yaşadığım heyecan fenaydı. İlk kitabımdı nihayetinde. Ama asıl heyecan, romanımla ilgili yayınevine gönderilen bir mektupla başlamıştı. Mektubu gönderen kişi Adalet Ağaoğlu’ydu. Mektubunda romanımın ‘Kadavra’ adında başladığı ama devam ettiremediği bir romanına benzediğini söyleyerek, hayal gücümü tebrik ediyordu. Öyle güzel sözler yazmıştı ki… Hiç tanışmasak da, gazete yazılarımdan tanıdığı beni ‘sevdiği yazarlar’ arasına aldığını yazmıştı. Genç bir yazar olarak, kendime ‘usta’ olarak seçtiğim bir büyük yazardan böyle sözler duymak, cesaretlendirilmek, beni o an dünyanın en mutlu kişilerinden biri yapmıştı. Bu mektuptan bazı yakın dostlarıma bahsetmiştim sadece. Ama Salı sabahı, Adalet Ağaoğlu’nun ölüm haberini aldığımda boğazıma bir yumru takılmış gibi hissedince, o mektubu arayıp buldum. Defalarca okudum. Okudukça boğazımdaki yumru çözüldü. Mektubu aldığım gün kendisini arayıp teşekkür etmiştim ve sonra sık sık telefonlaşıp dertleşir olmuştuk. Bazen gazete yazılarımı umutsuz bir ruh haliyle yazınca arayıp kızıyordu bana, ‘kasvet hastalığı’na yakalanmışsın, yapma bunu diyordu. Umutsuzluğu bir hastalık olarak tanımlıyordu, yazmaya ve yaşamaya düşman bir hastalık… Öyle umutsuz yazılar yazmamı istemiyordu.

Daha lise öğrencisiyken ilk okuduğum kitabı ‘Ölmeye Yatmak’tı. Romanın bir yerinde şöyle yazmıştı: “Ölmeye girdiğim oda sıcacık. Çıplak gövdem temiz, kolalı çarşafların üstünde yine de üşüyor. Battaniyenin altında titriyorum. Bu titreme beni hem ölüme yaklaştırıyor, hem ölümden uzaklaştırıyor. Bir ölüm titremesi belki. Ama titredikçe ölmemiş olduğumu anlıyorum. Hücrelerim henüz yaşadığımı bağırıp duruyor. Acaba ne zaman öleceğim? Ne zaman tamamlanacak can çekişmesi. Kız öğrencilerimden biri, Anna Karenina ya da Madame Bovary gibi ölüme yattığımı görse, kim bilir nasıl güler! Kafa kafaya verip ne dalga geçerler bu tür seçimlerimizle…”

Ölüm ânında bile öğrencilerinin yapacağı makarayı düşünerek gülümseyen, bir yandan öğrencilerine karşı duyduğu sorumlulukla üzülen anlatıcı, tam da Adalet Ağaoğlu’nun yazacağı bir karakter. Yaşamı bu kadar sevmese, yaşama bu kadar bağlı olmasa, bütün o hastalıklarla, zorluklarla, yoksunluklarla nasıl baş edebilirdi ki?.. 1996’da ağır bir trafik kazası geçirmiş ve ölümden dönmüştü. 18 ay yatağa bağlı kalmıştı.

İkinci okuduğum kitabı ‘Ruh Üşümesi’ olmuştu. Adı çarpmıştı beni ilk. ‘Ruh üşümesi’nin nasıl atlatılacağını şu satırlarda yazmıştı: “Kızın içinden, bunu düşünme, şimdi düşünme; şimdi şimdiyi düşünmelisin, birbirini durmadan çağıran bedenlerinizin henüz buluşmadığını, diye geçmiştir, Aşk an’lıktır, demiştir; öpülmeyi beklemeden uzanıp delikanlıyı öpmüştür ve artık bilmektedir bunun adamakıllı güçlü bir ruh üşümesinin atlatıldığı an olduğunu. Atlatmanın ise, atlatmak olduğunu, başka hiçbir şey demek olmadığını, hiçbir şey! Ne olsa, bedeninde dayanılmaz bir ürperti.”

Şimdi, ‘şimdi’yi düşünmelisin… Şimdi Adalet Ağaoğlu yok. Bırakıp gitti. Hayır, Adalet Ağaoğlu, eserleri ve anılarıyla her zaman aramızda. ‘Ölmeye Yatmak’ta Aysel’i anlatırken yazmıştı ya “susarsa dünyanın sonu gelecekmiş gibi” konuştuğunu, işte öyle yazıp durdu Adalet Ağaoğlu, dünyanın sonu gelmesin diye… O sözcüklerle yaşadı ve sözcükler öyle kolay kolay ölmez ki…

Saygıyla… Sevgiyle…