Neye siyaset sokmayalım deniyorsa, orada çok siyaset vardır. Bizde; cami, kışla, adliye, okul siyaset sokulmasın diye ağızlardan düşürülmeyen yerler. Hepsi de tepeden tırnağa siyasettir.

Protestolar falan olunca stadyumlarda, muktediri rahatsız edici bir şekilde siyaset girince spora, “Spora siyaset sokmayalım” söylemi öne çıktı. İnsanın girdiği yerden siyaseti nasıl uzak tutacaksın?

Gazeteye bu yazıyı gönderdikten sonra, geçip televizyonun karşısına, Uruguay-Fransa maçını izleyeceğim. Siz şimdi yazıyı okurken sonucu biliyor olduğunuz için, keyif durumumu da tahmin edersiniz.

Muktedir biri olmasam da, ben de her dünya kupasına kendimce siyaset sokarım. Takımlara bakar en “gariban”ını tutarım. Sonra her aşamada, en gariban elendiyse eğer, kalanların en garibanına takılır giderim finale kadar.

Senegal, Peru, Fas, Nijerya, Kosta Rika, Meksika… Kime gönlüm düştüyse elendi gitti. Bir Uruguay kaldı şimdi!

Futboldan bu kadar anlıyorum işte; üzerine konuşabilecek biri değilim. Kulüplerin sahipleri değil taraftarları olduğu zamanlardaki oyunları; Niksar İdman Yurdu’nun toprak sahadaki maçlarını, Dodi Orhan’ın Messivari kıvrak oyununu, top geçer adam geçmez Eşşekçi Kaya’nın cansiperane defansını, cami imamı Enver Dedemle de maçta karşılaşıp ondan 1 lira harçlık aldığım günleri özlüyorum.

O zamanlar “Spora siyaset sokmayalım” lafları yoktu galiba, varsa da çocukluğumdan aklımda kalan bir şey değil.
Spora siyaset sokmama lafı; çok anlaşılır bir şekilde, kulüplerin taraftarından çok sahiplerinin olduğu ve futbol pazarda tüketiciye sunulacak endüstriyel ürüne dönüştüğünde – böylece de de tepeden tırnağa siyaset olduğunda – sık sık tekrarlanmaya başlandı.

İyi bir futbol taraftarı olarak bilinen Derrida’nın “Taç çizgisinin ötesinde hiçbir şey yoktur” dediği bilinir. Bunu derken, herhalde, hayatta futboldan başka hiçbir şeyi önemsemediğini söylemiyordu da; siyaset, ekonomi, kültür gibi stadyum dışında yaşanan her şeyin futbolun içinde olduğunu kastediyordu.

Dünya ekonomisiyle futbolun nasıl iç içe geçtiğinin iyi örneklerinden biri Çin olsa gerek. Çin, 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olduktan üç yıl sonra birinci ligini Çin Süper Ligi olarak yeniden yapılandırdı ve şimdi orası futbolda en yüksek ücretlerin ödendiği bir lige dönüştü.

Benzer bir gelişmeye Hint futbolunda tanıklık ediyoruz; 1991’de Hindistan ekonomisinin liberalleşmesinden birkaç yıl sonra.

Futbolla siyaset ve kimlik ilişkisinin en belirgin olduğu yerlerden biri İspanya’dır. 1 Ekim 2017 gecesi, 99 bin 354 kişi kapasiteli ünlü Camp Nou’da, Barca’nın Las Palmas’a attığı 3 golü alkışlayan hiç kimse yoktu! Barcelona Kulübü bağımsızlık referandumu sırasında uygulanan şiddeti protesto etmek için kapılarını kapattığı için…

Futbol pazarlanan; stadyumlarda, televizyonlarda ve yan ürünleriyle mağazalarda satılan bir mal olunca, her türlü siyasi, ideolojik ve dini mesajı onun dışında tutmak, yalnızca provokasyonlara ve saldırganlığa engel olmak için değil, pazarı daraltmamak için de gerekli oldu.

İsrail’in Hapoel Be’er Sheva takımıyla oynanan bir Avrupa kupası maçında Celtik taraftarları Filistin bayrakları salladılar diye UEFA 8600 pound ceza vermişti. Manchester’a kupalar kazandıran Guardiola da, yakasına sarı kurdele takarak Katalonya’nın bağımsızlığını destekleyen politik mesaj verdi diye İngiliz Futbol Federasyonu’ndan 20000 pound ceza almıştı.

Sporu baştan aşağı siyasete bulayanların sözü oldu spora siyaset sokmamak. Hal böyle olunca, benim “siyaseten” gariban takım tutmam, “Uruguay yensin” diye totem yapmam masum değil mi?

Pazartesinden itibaren tam teşekküllü cumhurbaşkanlığı sistemi başlayacak. Cumhurbaşkanlığı sırf siyaset olacak. Ve göreceksiniz, oraya dair bir laf etmeye kalktığınızda da, “Saraya siyaset karıştırmayın” yasaları çıkacak karşınıza!

O zamanlarda işte; 68 Mexico Olimpiyatları’nın Tommie Smith ve John Carlos’unu, Vietnam Savaşı karşısındaki duruşuyla Muhammed Ali’yi hatırlayacağız…

Haydi bastır Uruguay!