Pandemi ve ekonomik krize derken, şimdi de III. Dünya Savaşı ihtimali patlak verdi ve şimdilik yarım milyon insan mültecilerin arasına karıştı. Totalitarizm, sadece Rusya gibi ülkelerin değil, Avrupa ülkeleri dahil bütün dünyanın sorunu. Şirketleşen devletler de, şirketlerin devletle entegre hale geldiği yönetimler de benzer bir sonucu doğuruyor. Sadece Rusya değil, her şeyi sosyal medya ve diğer araçlarla gözleyerek bireylerin tüketim tercihlerinden yaşam tarzına kadar şekil vermeye çalışan Batılı devletler de totalitarizmle benzer bir arzuyu paylaşmıyor mu? Agamben’in ‘Kutsal İnsan’ kitabında bahsettiği gibi siyaset radikal bir biçimde çıplak hayata dönüştü. Artık her şey hiç olmadığı kadar siyasal, çünkü tek tek bireyler üzerinde tam tahakküm kurma heveslisi iktidarlar, yeni araçlara kavuştu.


Agamben, Löwith’e referans vererek, kitlesel demokrasi ile totalitarizm arasındaki yakınlığa işaret ediyor. Aslında demokrasiyi ‘kitlesel’ olarak sınıflandırması ufuk açıcı, çünkü kitlesel, yani çoğulcu demokrasinin tek partili bir sisteme doğru evrilme ya da çok partili olsa da ufak farklılıklarla tek bir siyasal anlayışa göre tahakküm araçlarını kullanma ihtimali var. Örneğin örnek demokrasilerden biri olarak gösterilen Kanada’nın protesto eden kamyonculara yönelik tavrı, hukuku askıya almaya kadar varmıştı.

Bu meseleyle ilgili en doğru duruş, Foucault’nun yazılarında altını çizdiği gibi, devletle birey arasındaki hukuk sınırlarını siyasi tartışmaların ana gündemi haline getirebilmek… Agamben, kitabında Foucault’nun şu tespitini alıntılamış: “Kişinin kendi hayatı, bede­ni, sağlığı, mutluluğu ve gereksinimlerini gidermesi üzerindeki ‘hakları’ ve her türlü baskı ve ‘yabancılaşma’nın ötesinde, ken­disinin ne olduğunu ve ne olabileceğini keşfetme ‘hakkı’; işte -klasik hukuk sisteminin asla kavrayamayacağı— bu ‘hak[lar]’ bütün bu yeni iktidar prosedürlerine karşı verilen siyasal yanıt­tı.” Mesele artık sağlık ya da mutluluk gibi beklentilerle sınırlı değil, her tür baskı ve yabancılaşmanın ötesinde, tek tek bireylerin ne oldukları ve ne olabileceklerini keşfetme hakları, önümüzdeki dönemin ana siyasal meselelerinden olacak. Her tür tahakküme karşı verilecek mücadele… Bunun nasıl olabileceğine dair zengin bir külliyat da, küreselleşme karşıtı hareketler gibi deneyimler de mevcut.

Pandemiyle birlikte maalesef, biyolojik hayat ve gereksinimleri, siyasal alanın temel belirleyicileri olarak daha da güçlendi. Agamben’e göre, siyasetin çıplak hayata dönüşmesi, sağ-sol gibi siyaseti belirleyen kavramları geçersizleştirdi, bir zamanlar komünist olanların ırkçılaşmasını ya da oligarklar haline gelebilmesini de buna bağlıyor Agamben. ‘Yaşamaya değmeyen hayatlar’ da siyasetin çıplak hayata dönüşmesiyle ilişkilendiriliyor. Ukrayna’dan Polonya’ya kaçmak isteyen mültecilerin derilerinin rengine göre seçilmesi gibi, Siyahların ve Hintlilerin sınırdan geçmesine izin verilmemişti.

Zizek, kıyamet senaryolarını ele aldığı ‘Kıyametin Versiyonları’ adlı kitabında, iklim krizine yönelik mücadeleyi örnek göstererek, bir gezegen olarak Dünya’nın, içinde yaşayan canlıların ortak mülkiyeti haliyeti olarak görüldüğü bir tür komünizme doğru ilerlemenin kaçınılmaz olduğunu yazmıştı. Dünya, şirketlerin ve devletlerin insafına bırakıldığında olup biten ortada. Bütün bu kamplaşmaların dışından bakabildiğimiz ve ana meseleleri tartışabildiğimiz ölçüde, Foucault’nun ve diğer çağdaş düşünürlerin uyardığı tehlikeleri ve bu tehlikelerden nasıl kurtulacağımızı görebiliriz.