Memlekette son zamanlarda olanların iki farklı açıklaması var.

Son zamanlarda olanlar derken; işte, ABD’de salıverildikten sonra burada ulusal bir kahraman gibi karşılanıp sonra Borsa İstanbul’un başına getirilen Hakan Atilla’nın birdenbire istifa edip gözlerden kaybolması; Varlık Fonu’nun başındaki ismin de ansızın görevden alınıp, yerine bilgi ve birikimi tartışmalı birinin getirilmesi.

Dışarıda; artık Libya’da eskisi gibi gür ses çıkarmayışımız, Yunanistan’la görüşelim yaklaşımımız, Doğu Akdeniz’de hız kesmemiz ve en son da “düşmanMısır’a uzattığımız dost eli.

Bunları iç nedenlerle açıklayanlar var. “Damadın arkadaşları gidiyor, Bilal’in arkadaşları geliyor” diyenler; gidenlerin hiç değilse ekonomi bürokrasisinden olduğunu, işten az çok anladıklarından her isteneni yapmakta zorlandıklarını, gelenlerin tek özelliğinin ise her isteneni yapabilecek olmaları olduğunu ileri sürüyorlar. İçeride, liyakat sahibi insan kaynağı tükenmiş AKP’nin yetersizlere mecbur olduğunu demeye getiriyorlar.

Dışarıdaki durumun temel nedeni de bu, onlara göre. Gidilen yerlerde manevra alanı kalmaması ve başarısızlığa uğrayan politikalar sonucu mecburi “U dönüşler” oluyor.

Bu tezin sahipleri; olup bitenleri Biden’ın yönetime gelmesine bağlamanın iktidarın işine geldiğini, böylece yaptıklarını kendi tükenmişliğinin sonucu değil, ulusal çıkar gereği ve dışarıdaki değişime ayak uydurma çabası olarak gösterebildiğini de iddia ediyorlar.

Diğer yaklaşım, daha net ve basit: ABD’de Biden iktidara geldi. Bir süper güç olarak dünyada ve bizim içinde bulunduğumuz bölgede kartları yeniden karıyor. Türkiye de bu yeni duruma uygun pozisyon almaya çalışıyor.

İşte o yüzden, tam da ABD’de Halk Bankası davası başlarken Hakan Atilla istifa ediyor”, Mısır’la yakınlaşma çabaları görülüyor, vb.

Biri içeride sıkışmanın ve mecburiyetin dayattığı hamlelerden, diğeri dışarıdaki gelişmelere ayak uydurma hamlelerinden söz eden iki yaklaşım…

Ben ne mi diyorum? Galiba yine orta yolcuyum. Hem birinci hem de ikinci yaklaşım doğru, ikisi birden, biraz ondan biraz bundan yani.

Ancak, bu telefon işi can sıkıcı. Hayır, benim için değil ama yüksek yerler için can sıkıcı…

Öyle ya, 2011 Aralık ayında ameliyat sonrası İstanbul Kısıklı’daki evinde nekahat dönemini geçiren Başbakan Erdoğan’ı ziyaret et, dünyanın ve bölgenin meselelerini konuş, o da sen de devletlerinizin bir numarasıyken bir telefonu esirge!

Her ne kadar, Saray’dan “Sorun değil, biz muhataplarımızla temas kurduk” açıklamaları yapılsa da, dünyada bu telefonsuzluk yüzünden bin bir fesat dönüyor. “Erdoğan, Biden tarafından sürekli görmezden geliniyor ve onun ilgisini çekmek için çaresiz gözüküyor” şeklinde analizler yazan, “Aramak için Halk Bankası davası sonucunu bekliyor diyen ecnebiler var. Ağızları torba değil ki!

Beyaz Saray sözcüsü de çok açıklayıcı” bir açıklama yapıp; “Biden, bir noktada Erdoğan ile de görüşecektir” dedi. İşte Erdoğan; Bloomberg’e yazıp “Suriye’de birlikte çalışalım” dedi.

O nokta bu nokta değilse nedir, bilmiyoruz.

Tarihin ilk önemli telefon görüşmesi, mucidi Graham Bell’in yan odadaki asistanı Thomas Watson’a; “Bay Watson, buraya gelin! Sizi görmek istiyorum!” demesiydi. İkinci en önemli telefon görüşmesinin, 1969’da Buzz Aldrin ve Neil Armstrong aya ayak bastığında Richard Nixon’un; “Alo Neil, Buzz, sizi Oval Ofis’ten arıyorum…” dediği görüşme olduğu söylenir.

Biden aradığında tam ne diyecek, kim bilir tarihin kaçıncı telefon görüşmesi olacak! Ama bakın görün, bizim medya manşetten verecek ve kesin tarihin en önemli görüşmelerinden biri olacak!