Bunu bir türlü anlatamıyorum. Kimse de anlatamıyordur herhalde: bazı insanları nasıl hep bizimle kalacak, soluklarıyla dünyayı saracak sanmamızı, ömür boyu bize emanet olduklarına / onlara emanet olduğumuza inanmamızı kastediyorum.

Tülay’ın maviş gözlü bir portresini Facebook’ta görmeyi yadırgamadım. Bazen epeyce bir süre özletirdi kendini ama sık sık yaşadıklarını, hissettiklerini, karşı çıktıklarını yazdığı da olurdu. Ya da ikiz torunlarıyla, ‘kızçe’lerle maceralarını…

Tek evlâdı Ekin’in çocukları…

Resmi ya da mesajı yadırgamadım yani. Ama bizi bırakıp gittiğini anlayınca “Neee?” diye bağırmışım. Oysa sevdiklerim için sessiz yas tutarım genelde. Ama Tülay? İnanamadım ki! Ancak ertesi gün Ekin telefon edince ister istemez kabullendim gidişini. Gene de gözümün önünden huzur, sükûn tabloları geçiyor nedense. Tülaycığım, önce tembellikten, sonra pandeminden gelemediğim evinde; buracıkta, burnumun dibinde, Çiftheavuzlar’da. Çaylarını demliyor, tepsilerini hazırlıyor. Bazen balkonunda oturuyor, bazen içeride, ruh haline bağlı! Gözü hep üstümüzde. Bilmiş bilmiş, maviş maviş bakıyor. Sıkıldık mı, daraldık mı, durumumuz nedir?

***

Dergide de bizi gözünün önünden ayırmazdı.

Tülay’la çalışmak, hele o editörünüzse, sosyal bir faaliyettir. Birlikte sabahlara kadar çalışılır, birlikte yemeklere gidilir. Bir derdin varsa, halletmeye çalışır. TV’de 7’den itibaren çok yerde birlikte çalıştık (aslında belli ki Politika’da da aynı tarihlerde çalışmışız). Ama ben en çok Gelişim binasını hatırlıyorum. Salonda, benim sağ çaprazımda oturduğu günler, üst katta Rapsodi in Blue ve Go günlerimiz. Kanat’ın sırtını bize, yüzünü İstiklâl Caddesi’ne döndüğü o fotoğraf Go’da mıydı? Ne emek verilmiş dergilerdi!

Ama sen zaten her şeyi özenle, aşkla, heyecanla yapardın. Haberlerinden, röportajlarından, sana Yılın Gazetecisi ödülleri getiren dizilerinden tut da romanlarına (romanslarına!), senaryolarına kadar. Tepeden tırnağa bütün bir yaratma sürecinin içinde, başında olmak isterdin. Cesurdun, gözünü budaktan sakınmazdın, çalışmaktan da yılmazdın.

Öyle çok şey var ki, o kadar yer yok ama. Ailesine baş sağlığı dilemişler. Yani kızına ve torunlarına. Ne kadar severdi onları, nasıl iftihar ederdi. Çok farklı bir arkadaşlıkları vardı. Bir seferinde Ekin aileyle ilgili bir şey sormuş sana: “Bizim aile dostumuz mu Sevin abla?” gibisinden. Sen de, “Evet, o bizim aile dostumuz,” demişsin. Öyleydi ama. Daha önce gidenlere bakıyorum da, Recep ağbi Politika’ya gelir giderdi. Engin’i daha çok Milliyet’ten hatırlıyorum. Kudretciğimi, o emsalsiz beyefendiyi, seni de emsalsiz bir sevgiyle kuşatan o Tony Curtis’i ise Acıbadem’deki evden (Gençken çok benzetirlermiş).

***

Sonra yağmurlu geceler, belli ki işten çıkmışız. Sen kullanıyorsun arabayı, nedense tedirginsin. Hatta bir seferinde yağmurlu yolda hızla fren yaptığın için Dolmabahçe’ye giderken Camlı Köşk’ün duvarına da çıkmıştık. Dostluk, meslektaşlık, sırdaşlık bağlardı bizi birbirimize. Ve sevgi, elbette. Romanını tefrika ettiğin radyodaki bir fotoğraf çekimini hatırlıyorum. Ben sıkılıp öfüldendikçe sen aksine titizleniyor, “Dur ama…” deyip duruyordun.

Sonra Pera Müzesi’nde, Cafe Pera’da bir gün hatırlıyorum, Tülaycığım. Hangi kitabındı acaba, kitap imzalıyordun. Gelebildim diye çok sevinmiştin. Uğrayan bütün arkadaşlarını tek tek karşılıyor, hal-hatır soruyordun. Güzel bir gündü. Bir de magazinci geceleri. TV’de 7’yi bahane edip beni de sürüklerdin. Senin, benim ve sanırım Rengin’in hayli fotoğrafımız vardır o gecelerden…

Çocuk bize emanet. Gerçi başının çaresine bakıyor ama boş bırakmıyoruz. Ne olsa o da bir kızımız, ‘kızçeler’ de torunumuz sayılır. Ama biliyor musun Tülay Bilginer Kopkiman? Kimse yerini dolduramıyor.