Geçen hafta gösterime giren Life/Hayat’ı izlerken aklımda sürekli aynı soru dönüp durdu: Hollywood, Uluslararası Uzay İstasyonu’nu (ISS) bir tür Ellis Adası’na mı dönüştürüyor?

Efsanevi Godfather/Baba serisinin ikinci filmindeki en güzel sahnelerden biri, kan davasında öldürülmemek için Sicilya’dan kaçan küçük Vito’nun gemi New York açıklarındaki Ellis Adası’na yaklaşırken Özgürlük Anıtı’na baktığı sahnedir. Orada sağlık muayenesi ve sabıka kaydı denetiminden geçip ABD yurttaşlığına ilk adımını atacaktır.

Bu sahneyle ilişkimde kişisel tarihimin ve ‘diaspora psikolojisi’ denen illetin de etkisi vardır elbet -Çarlık Rusyası’nın zulmünden kaçarken sığınmak için Anadolu’yu değil de Amerika’yı tercih eden Kudayev Ailesi üyelerini bulmak için Ellis Adası göçmen kayıtlarında az dolaşmadım- ama Baba 2’nin bu sahnesini güzel kılan başlıca neden umuttur; ırk kökenli aşağılamalara, karantinalara vs. rağmen küçücük bir çocuğun silahlardan, mafya şiddetinden, toprak ağalarının zulmünden uzakta yepyeni bir hayata başlıyor olmasının içerdiği umut…

Ellis Adası, 1954’e kadar Avrupa ve Batı Asya’dan ‘yeni dünya’ya göç eden insanların Amerika’ya giriş kapısıydı. Göçmenler burada 29 sorudan oluşan bir kontrol sürecinden geçerek ABD yurttaşlığına ilk adımı atardı -kayıtlara göre, bulaşıcı hastalık riski veya ciddi sabıka kaydı nedeniyle bu 29 soruya yeterince tatminkar yanıt veremediği için Ellis kapısından geri çevrilenlerin oranı sadece yüzde 2. Kabul edilen yüzde 98’in ABD’nin 100 yıl içinde yaşadığı korkunç değişimdeki etkisi tartışılabilir tabii, ama sonuçta 20. yüzyılın başında ‘vaadler ülkesi’ kavramıyla bağlantılı olarak Ellis Adası bir umut kapısıydı.

Hayat’ta Mars’tan toplanan jeolojik örneklerde canlıların arandığı ve sınıflandırıldığı bir sınır kapısı olarak sunulan Uluslararası Uzay İstasyonu bu haliyle bir ‘Ellis Adası alegorisi’ne dönüşüyor. Ama mümkün olduğunca çok göçmen alan 1900lerin değil, ‘yabancı düşmanlığı’ndan mustarip Trump zamanının Ellis Adası; Mars’tan gelen göçmenlerin kesinlikle dünyaya alınmaması gerektiğini tespit eden bilim insanlarının çalıştığı, ölümcül göçmene karşı en güçlü mücadeleyi veren kişinin de ABD ordusundayken Suriye’de görev yapmış David Jordan karakteri olduğu yeni bir sınır kapısı… Finalinde kırmızı-beyaz çizgili paraşütlerin parçalanmış bir ABD bayrağını andıracak biçimde görüntülendiği bu bilim-kurgu filminin teknofobik ve zenofobik (yabancılardan korkan) doğası 2017 yılına hiç yakışmıyor doğrusu ama ne yazık ki Trump-Putin-RTE vd. dünyasının neo-faşizan havasına fazlasıyla uyuyor...

Son birkaç yıldır bizim için çok tanıdık bir durum bu: Başta İç Anadolu kentleri olmak üzere neredeyse tüm Türkiye’yi kaplayan bir ’Suriyeli düşmanlığı’ olgusu var. Yüzyıllardır misafirperverliğiyle hikâye edilen Anadolu insanı bugün ‘çirkef ev sahibi’ havasında Suriyeli göçmenlere nefret kusuyor ama ne hikmetse milyonlarca Suriyelinin vatanından ayrılmasına yol açan iç savaşın destekçisi iktidara karşı tek kelime bile çıkmıyor ağzından... Hatta Suriyeli göçmenlerle yaşanan her sıkıntı, tümüyle akıldışı bir şekilde AKP’ye destek olarak geri dönüyor.

Öyle görünüyor ki Suriyeli göçmenler bu saçmalığın farkında, bu yüzden huzursuzlar. Hatta son zamanlarda göçmenlerin karıştığı şiddet eylemlerinin altında yatan nedenlerden biri de bu farkındalık olabilir: “Sığınmak zorunda kaldığımız bu ülke, bu ülkeye sığınmak zorunda kalmamıza yol açan çatışmaları en başından itibaren besledi.”

Şam’da cuma namazı kılmak gibi emperyal hayallerle Ortadoğu’daki karmaşayı besleyenler yüzünden bugün Suriye’ye ayak basamayan Suriyelilerin dramının sadece onları etkilemesi beklenemezdi tabii, ama Türkiye, iktidarı ve o iktidarı seçen halkıyla böyle bir beklenti içinde yaşıyor. Sonuçta koca ülke bir Ellis Adası’na, yurdundan kaçmak zorunda kalanlar korkunç Marslılara dönüşüyor. Bu sırada Anadolu insanı kendisinin de başka birilerinin Marslısı olduğunu fark etmiyor bile...