Nisan yağmurlarında yazmak başka… Yağmurun odaya dolan sesini dinliyorum. Bahar yüzünden mi böyle, hafif başım dönüyor, kalp atışım daha hızlı, eşitsiz ve hileli bir seçimle ülkenin kaderi belirlenmiş olsa da içimde umutsuzluğun zerresi yok. 12 Eylül’de yüzde 92 evet demişti halk, bugün denilene göre yüzde 51… Üstelik devletin bütün olanaklarına, sokakları boydan boya kaplayan afişlere, dev bir bütçeyle yürütülen seçim kampanyasına, korkuya ve baskıya karşı… Demek ki geçiyor, geçecek bu karanlık günler, oy için idam ipine sarılanlar ve söylenen bütün bu yalanlar…

Dün gece Kadıköy’de balkonumun önünden binlerce insan, YSK’nın hukuksuz kararını protesto ederek geçmişti, nisan yağmurunda ıslanarak. Tarihin bu döneminde doğru yerde durmak, güzel ve aydınlık bir geleceğe doğru yürüyor olmaktan daha büyük bir ödül yok.

Dışarı çıkıp o yürüyenlerin arasına katılmıştım. Bu ortaklık duygusu, ortak kaygılar ve fikirler etrafında buluşmanın verdiği güç, tecrit edilmeye inat birlikte hareket etmek, öylesine güzeldi ki... Bütün sorunların bireysel yollarla çözülemeyeceğini, hayattan haz almanın güvenlik ve tatmin hissinden daha önemli olduğunu bilmek… Üstelik bu haz, kendin olmaktan duyduğun haz, parayla alınıp satılacak bir şey değil, kendini aklın ve vicdanınla bir bütün olarak hissetmek, güzel ve anlamlı şeyler için mücadele etmekten daha büyük bir haz yok. Tek bir adamın peşine takılıp, kendi varlığını o adamın varlığına armağan etmenin, bir kurtarıcıdan medet ummanın o geçici hazzı, defalarca insanlık tarihinin en büyük acılarına ve kâbuslarına neden olmuşken… Ya da küçük çıkarları uğruna, “gelene ağam, gidene paşam” diyenlerin zavallılığı yüzünden yaşanan haksızlıkların ve acıların vebali…

Güçlü bir rüzgâr kalabalığı sarıp sarmaladığında, Walljasper’ın “Müştereklerimiz” kitabındaki Schumacher’in bir sözü gelmişti aklıma: “Tamam, rüzgâr çıkaramayız belki. Ama rüzgâr geldiğinde yakalayabilelim diye hepimiz yelkenleri açabiliriz.” Orhan Veli’nin şiirini hatırlamıştım sonra, “Görmüyor musun / Her yanda hürriyet; / Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol…”

Çalışma masamda oturmuş, nisan yağmurunu dinleyerek dün geceyi düşünüyorum. Belki bütün bunların sonu kötü olacak, belki kaybedeceğiz, karanlık hükmünü sürdürerek zorla insanlara bir yaşama biçimi dayatacak, “köprü, yol, idam, savaş” diyerek. Ama direndik diyebilmek bile o kadar anlamlı ki, anlamsızlıkla böylesine kuşatılmışken, başka bir dünyanın varlığını hissedebilmek, bunu söyleyebilmek…

Yazıma dönüyorum, nisan yağmurunu dinleyerek. Belki yağmur sesinin etkisiyle, karamsar şeyler yazmaya gitmiyor elim. Vaneigem’in “Gençler İçin Hayat Bilgisi”nde bahsettiği şu “camera obscura”ya, “her insanın yüreğinde, kapısını sadece zihnin ve rüyaların bulabileceği” o gizli odaya giriyorum. Tutkuların zehirli çiçekler gibi açtığı, tüm çocuksu özlemlerin gerçekleştiği, dünyanın ve benliğin iç içe geçtiği o sihirli oda... Vaneigem’in dediği gibi, “Kendi iç dünyası hakkında açık bir fikir sahibi olan herkes, kendi dışında farklı bir dünyayı görmeye başlar: Fikirler değişir, şeyler çekiciliklerini yitirir ve basit aletler haline gelirler. Hayal gücünün büyüsünde, şeyler sadece tutulmak, oynanmak, okşanmak, istenen biçimlerde parçalara ayrılıp yeniden birleştirilmek için var olurlar. Öznelliğin asıl önemi kabul edildiğinde, bize yapılmış büyü bozulur. Başkalarından yola çıkan insan, kendisini boş yere arar; aynı boş jestleri defalarca tekrarlar.” Otoritenin, günlük kolektif hipnotik uykunun neden olduğu büyü, ancak kendi hayal gücünün farkına varan, öznelliğini keşfeden insanlarca bozulur. Benim için edebiyatın ve sanatın anlamı bu, “camera obscura”da yetişen tutku çiçekleri… Sözcüklerin kokusuyla baştan çıkaran tutku çiçeklerine dönüşmesi... Hayal güçleri birleştikçe artan o güzel koku, nisan yağmurlarında…