Un ve korku’ korku başlıklı yazıda İran ve Türkiye örneğinden hareketle, bir toplumda bu ikisinin azalmasının iktidarları paniklettiğini söylemiştim. ‘Un’u vatandaşların varlığını, geçimini ifade etmek için bir metafor olarak kullanmış ve halkın ‘un’u azalırken iktidardakilerin ‘un’unun arttığını söylemiştim. Halkın ‘un’u azalır cesareti artarsa, iktidarlar için geri sayım başlar, demiştim.

Mahsa Amini’yi saçının ucu göründü diye katleden molla rejiminin özgürlüklere düşman karakterine eşlik eden yaygın bir yoksullaşma vardı İran’da. Halkın ‘un’u azalmıştı. O zemin üzerinde yükselen toplumsal gerilim, bir genç kadının saçından tutularak katledilmesi sonucu korku duvarının da yıkılmasıyla toplumsal patlamaya yol açtı.

Buradan alınacak dersler belli!

Türkiye seçim eğik düzlemine girmişken, Avrupa’daki sarsıcı seçim sonuçlarını da dikkate alarak, bu ‘un ve korku’ denklemini seçimler bağlamında konuşmakta yarar var.

***

Sosyal demokrasinin anavatanı sayılan ve Sosyal Demokrat Parti’nin yarım asra yakın bir süredir iktidar olduğu İsveç’e bakalım.

Doğuşu itibarıyla işçi sınıfında dayanan ve sendikalarla güçlü işbirliği içinde olan Sosyal Demokrat Parti’nin, İsveç toplumunun gittikçe farklılaşan, her biri ‘kendi kimlikleri’ etrafında ve ‘kendi hakları için’ örgütlenen grupların İsveç toplumunda yol açtığı ‘dağılmayı’ engellemekte yetersiz kaldığı söylenebilir.

İsveç, ‘sınıf siyaseti’nden uzaklaşılıp ‘kimlik siyasetine’ gömüldükçe, toplumun ezici çoğunluğunun çıkarları için bir araya gelmek ve örgütlenmek yerine gençlerin, yaşlıların, heteroseksüellerin, eşcinsellerin, göçmenlerin, farklı kökenlerden göçmenlerin ve yerlilerin kendilerini toplumun bütününden ayrıştırarak örgütlendikleri çok parçalı bir yapıya dönüştü.

***

Öyle bir yapı ki, bütünün sorunları çözülmedikçe bir diğerini sorunun kaynağı olarak gösteren ve çözümü ötekini yok etmekte gören sağ popülist partilerin önü açıldı. Göçmenleri sorunun kaynağı olarak gösteren ve onlar olmadığında sorun da kalmayacağını anlatanlar zemin kazandı. Sağın küçük bir farkla kazandığı İsveç seçimlerinde insanların temel derdi enerji fiyatları, et süt sosis fiyatları ve halka korku salan suçun, şiddetin yaygınlaşmasıydı. 2018’de ülke bütün Avrupa’da en yüksek silahlı ölüm oranına sahipti ve 2012-2020 arası silahlı saldırı sonucu ölümler üçe katlanmıştı.

Suç ve göç” seçim kampanyasının merkezine oturunca, “Sonraki durak Kabil” diyen sağcı İsveç Demokratları ipi göğüsledi.

***

Hafta sonunda İtalya’da, ancak kibarlıktan “aşırı sağcı” diye tanımlanabilecek İtalya’nın Kardeşleri Partisi lideri Giorgia Meloni’ye ipi göğüsleten de benzer bir dinamik. Sınıf siyasetinin yerine kimlik siyasetinin konması.

Böyle olunca; “Ben Giorgia’yım, kadınım, anneyim, İtalyanım, Hristiyanım. Bunların bizden alınmasını kabul etmiyorum” diyen, bir göçmenin tecavüz videosunu paylaşan ve göçmenlerin İtalya’ya sokulmaması için donanmayı göreve çağıran Meloni kazandı.

Avrupa neofaşizme göz kırparak sağa kayarken, Türkiye’nin önünde hem kendisine nefes aldıracak hem de Avrupa’nın demokratlarına moral verecek bir seçim var.

Bu süreçte iktidarın yapacağı belli: Daha fazla baskı ve şiddet!

***

Ancak, muhalefet yanlış yapmazsa bunlarla sonuç almaları mümkün değil. Muhalefetin ölümcül hatası ise kendi ‘kimlikler’ini önceleyen parçalı mücadele olur.

Farklı ittifaklar olsa da, bu, halkın ‘un’unu çoğaltacak ve herkesin saçının özgürce savrulacağı bir Türkiye’nin önündeki ilk engeli aşmak için birlikte yürümeye engel olmamalı!

Birbirimize karşı değil, birlikte aynı hedefe yürüdükçe cesaret daha da büyür!