Gece yarısı sokakta yürürken bir bardan gelen “Unutama Beni” şarkısıyla kala kalmıştım olduğum yerde. Can Gox, Esmeray’ın şarkısının cover’ını yapmıştı. Şarkıdaki “unutma beni” yakarışı, insanın içine dokunuyordu. Unutursa ne olurdu? Unutursa, bütün o yaşanmışlıklar kaybolup gidecekti. Ben unutmadım, sen de unutma… Peki insan niçin unuturdu, hatırlamak çok acı verdiği için mi? Nerede okuduğumu hatırlayamadığım “aşk, hatırlamaktır” sözü geldi aklıma.

Freud’un unutulmuş ve bastırılmış şeyler hatırlanmıyorsa, mutlaka oynanıyordur sözünü hatırladım sonra. Gerçekte unutmak diye bir şey yoktu, unutmuşsak onu tekrar tekrar yaşıyorduk bir biçimde. Türkiye, bir unutuşlar, bastırmalar, hatta inkârlar ülkesi olarak tarihi sürekli tekrar etmiyor muydu? Unuttuğumuz şeyleri yaşıyorduk sürekli. Ülkeler, insanlardan oluştuğu için içinde yaşayan insanların nitelikleriyle tarif edilemez miydi?

“Unutama Beni” şarkısı, beni çocukluğuma ışınlamıştı adeta ve sonra hüzünlü bir biçimde unuttuklarımı çağrıştırmıştı. Nedense hoşuma gitmişti önce. Belki de bana kendimi hatırlattığı için, geçmişten geleceğe uzanan varlığımı… İnsan, bütün o yaşanmışlıklardaki biriciklikten keyif alır. Ben onları hatırlayabiliyorsam, onlar da beni hatırlayabiliyordur.

Ruhsal hayatımızda canlı ve ölü olarak ayrılabilecek iki tür zaman vardı. Hatırlayabildiklerimiz, canlı olan zamana aittir, hatırlamayıp sürekli tekrar ederek yaşadıklarımız ise ölü zamana… Neden hep benzer insanlara âşık oluruz, neden hep benzer şekillerde ayrılırız, neden hep aynı nedenlerle başarısız oluruz? Farkında olmadan yaşadığımız tekrarlar, ölü zamana aittir. Ölü zamanın içinden tekrarlamamıza neden olan şeyleri bulup çıkartmak kolay değildir.

Bir başka yerden, bir başka cover’ı yapılmış, “You are my sunshine” şarkısını duyuyorum, Leftover Cuties adlı grup söylüyor. Şarkının ilk bölümü, sevdiği kişinin kendisini ne kadar mutlu ettiğiyle ilgili, ikinci bölümü ise gece uyurken yastığa sevgilisiymiş gibi sarılıp yaşadığı ayrılık acısıyla… Bu şarkıda da “unutma beni” var, ben hep senin biriciğin olarak kalayım yakarışı…

Peki, içimdeki ölü zamanı bütünüyle canlı bir zamana dönüştürseydim, her şeyi ama her şeyi bir daha unutmamak üzere hatırlayabilseydim… Nasıl biri olurdum acaba, kaldırabilir miydim böyle bir yükü? İmkânsız bir şeydi bu. Ama ölü zamana ait bulup çıkardığım her şey, beni biraz daha kendimden özgür bırakıyor, tekrarlardan kurtarıyor. Psikoterapide yapılan şey de bu, tekrarlamalarla dondurulmuş içsel hayatı canladırmak, akışa bırakmak…

Bunu neden toplumsal hayatta yapamıyoruz? Sinemada, edebiyatta, geçmişe, belleğimizin ölü zamanlarına ait kazı çalışmaları bu açıdan çok anlamlı. Ama sanatın etkisi, rüya etkisine benziyor, gördükten hemen sonra kolayca unutulan. Daha siyasal bir bilinç gerekiyor bunun için, yaşadıklarımızı tekrarlardan kurtaracak. Ama siyasetin kendisi de bu unutuşların girdabında çoğu zaman. Aslında hatırlamak da kendi başına yetmiyor, nasıl hatırladığımız neyi hatırladığımızdan daha önemli çoğu zaman. Geçmiş olayları değiştiremeyiz, ama geçmişteki olayları nasıl değerlendirdiğimizi değiştirebiliriz, döngüleri bozacak şekilde.