Deleuze, bize gereken şeyin yeniden dünyaya inanmanın bir yolunu bulmak olduğunu yazmıştı. Hâlbuki çoğunluk, özellikle iktidarlar dünyayı unutmuştu. İnsanların çoğu kendilerini de unutmuştu, dijitalleştikçe, akıllı telefonlar aklın yerini alıp tektipleştirdikçe… Bir şeylerin değişmesi, yeniden dünyaya inanmanın bir yolu bulunduğunda mümkün olacak, bu kesin.

Massumi’nin ‘Duygu Politikası’ adlı kitabında da değindiği gibi, Deleuze’ün bu sözü, dünyaya batmış olduğumuzu kabul etmekle, onunla birlikte akmakla, onu sonuna kadar yaşamakla ilgilidir. Gerçeklik dediğimiz şey de sadece budur. Dünyaya inanmak, dünyada olduğumuza inanmak değil bilakis dünyada olmak demektir. Ve bu dünya, olduğu haliyle, bütün zorlukları ve güzellikleriyle yaşadığımız dünya olmalıdır, gelecekteki ya da geçmişteki daha iyi bir dünya değil.

Dünyada olmayı bu şekilde yaşayan biri, yaşanan felaketler karşısında paniğe daha az kapılacak, daha uzun yaşamaktan çok yaşamı fazlalaştıracak bir yaşantıya kavuşacak diye düşünüyorum. ‘Olma’ya, öncelikle ‘dünyada olmak’la, doğanın adil olmak gibi bir kaygısının olmadığını kabul etmekle başlamak gerek; akışı önleyen içsel ve dışsal duvarların bizi korumaktan çok zarar verdiğini anladığımız zaman, dünyayı yaşamaya başlayacağız.

Koronayla ilgili felsefi yazılarda çokça referans verilen Baudrillard’ın ‘Kötülüğün Şeffaflığı’nda yazdığı gibi, dünyada olmak, ‘öteki’yle mümkün olabilecek bir şey, ötekinin düşmanlaştırıldığı, dışarıda tutulduğu bir dünyada hayatta kalmak mümkün değildir: “Virallik kapalı devrelerin, entegre devrelerin, yan yanalığın ve zincirleme tepkinin patolojisidir. (…) Benzeriyle yaşayanın ölümü benzerinden olur. Ötekiliğin yokluğu, bu diğer kavranılamaz ötekiliği, virüsün bu mutlak ötekiliğini yaratır.”

Baudrillard’ın aynı kitapta, virüsle ilgili yaptığı başka önemli tespitler de var. Mutlak korunmanın öldürücü olduğunu, tıbbın ve kültürün insanı mikrop ve virüslerden arındırma çabasının çok daha çetrefilli hastalık ve salgınlarla insanı karşı karşıya bıraktığını yazar. Beden, hem genetik fantezilerle, hem de protezlere teslim edildiğinde savunma sistemlerinin düzeni bozuluyordu. Yani doğayla etkileşim engellenip sınırlandırıldıkça, beden kendisini yeni durumlara adapte edecek kabiliyetten yoksun kalıyordu. Birdenbire tüm hastalıkların kaynağı olarak karşımıza ‘bağışıklık’ noksanlığı çıkıyordu ve hemen ardından bağışıklık sistemini güçlendirecek vitaminler, Omega-3’ler falan devreye sokulup yeni bir yoksunluk ve müdahale alanı yaratılıyordu, ticarileştirilen.

Aynı durum, insanın biyolojik varlığı dışında ruhsal yapısı için de geçerliydi ve vitamin hapları gibi kişisel gelişim kitaplarıyla nasıl yaşanacağı ya da hissedilmesi gerektiğine dair ruhsal bağışıklık sistemini ‘geçici’ olarak güçlendirmeye yarayacak müdahaleler, gerçekte insanları hem fiziksel, hem de ruhsal açıdan viral saldırılara karşı dayanıksız kılıyordu. Franco ‘Bifo’ Berardi’nin ‘Ruh İşbaşında’ kitabında bahsettiği ‘psikosfer’, atmosfer kadar insan hayatı için önemliydi ve psikosferdeki kirlilik ve virüs, sosyal medya başta olmak üzere, pek çok mecrada hızla, aşırı korunmaktan ya da dünyada olamamaktan kaynaklı ruhsal bağışıklık sistemi zayıflamış insanlar arasında yayılıyordu.

Bize gerekli olan tek şey, dünyaya yeniden inanmanın bir yolunu bulmak…