“Üst akıl” ekonomiye bakıyor

Kendi kafasıyla düşünmeyi unutanlara çeşitli “üst akıllar” gerekiyor. Belli bir uzmanlaşma da var. Ekonomide “üst akıl” büyük ölçüde iki uluslararası kuruluş tarafından sahiplenilmiş: IMF ve Dünya Bankası… Ben de bugün, Nisan 2015’te IMF’nin dünyaya sunduğu “üst akıl” örneklerine değineceğim.

Nisan’da yayımlanan iki IMF Raporu’na bakalım: Dünya Ekonomik Görünümü ve Küresel Finansal İstikrar Raporu. (Birincisine “Ekonomik Rapor”, ikincisine “Finansal Rapor” diyelim.)

Haklarını da verelim: Raporlar, çok zengin, güvenilir ve cömertçe sunulan verilere, istatistiklere dayanıyor. Bu bilgi malzemesinden doğru sonuçlar da çıkarılabiliyor.

IMF raporlarının sorunları, bu sonuçlardan “fikir verme, politika türetme” aşamasına gelindiğinde başlıyor.

• • •

Önce IMF’nin büyük çevre ülkeleri ile ilgili doğru, gerçekçi saptamalarına göz atalım. (Bu ülkeler, artık, “yükselen piyasa ekonomileri” diye adlandırılıyor):

“2007 ile 2014 arasında büyük yükselen ekonomilerin hepsinde dış borç milli gelirden çok daha hızlı arttı. Zira, finansal olmayan çok sayıda şirket, kendi bankalarından yerli parayla borçlanma yerine uluslararası piyasalardan dövizle borçlanmaya yöneldi. FED faizlerinde artış olasılığı ve doların pahalılaşması, yabancı parayla borçlanan şirketleri ağır baskıya sürüklüyor. Aşırı yatırıma yönelmiş endüstrilerde, emlâk sektöründe sorunlar çıkarsa; gayrimenkul fiyatları düşerse, bilançolar bozulacaktır. Yabancı yatırımcıların ani çıkışları, yükselen piyasalarda döviz ve varlık piyasaları üzerindeki baskıyı artıracaktır.” (Finans Raporu, ss.ix-xii)

Elbette doğru. Ancak, önemli boşluklar var. Burada anlatılan 2015 tablosu, emperyalist sistemin çevresinde periyodik olarak gözlenen eski bir tablonun ana çizgileriyle tekrarıdır. Geçmişi hatırlamadan bugünü eleştirmek beyhudedir.

Ana durakları hatırlatayım:

1979-1981’de FED, faizleri iki misli (%20’ye) yükseltince Latin Amerika’ya “on kayıp yıl” armağan eden borç krizi patlak vermedi mi?

1994’te Meksika’da başlayıp yakın çevresine yayılan “Tekila Krizi”nin tetikleyicisi, FED faizlerindeki ani yükselme değil miydi?

1997-1998’de “borçları milli gelirlerinden çok daha hızlı artan” Doğu Asya ülkelerinde (bugün olduğu gibi) “aşırı yatırıma sürüklenmiş endüstriler” tökezleyince ve “emlâk ve gayrimenkul” balonları patlayınca çevre ekonomileri beş yıllık (2002’de son bulan) bir krizler zincirine sürüklenmedi mi?

Odak noktası ABD-AB olan 2008-2009’daki uluslararası krizden en çok etkilenen çevre ekonomileri hangileriydi? Önceki beş yıl boyunca çılgınca tırmanan sermaye hareketlerine pasif biçimde teslim olan ve kriz ortamı ile yüksek dış açık/dış borç koşullarında kriz ortamıyla karşılaşan Doğu Avrupa, Latin Amerika ülkeleri…

Türkiye 1979-1980, 1994, 1999, 2001, 2008-9’da bu kriz zincirlerinden nasibini almadı mı?

Ortak etkenler ortadaydı: Birinci olarak uluslararası sermaye hareketlerinde canlı bir konjonktürün aniden durması, tersine dönmesi; ikinci olarak da bu konjonktüre pasif biçimde teslim olmuş bulunan ekonomilerde patlak veren finansal kargaşa…

Krizlerin hemen arifesinde, “artık akıllandık; bu sefer durum farklı; bir şey olmaz” klişesi “yüce akıl” temsilcileri tarafından ısrarla tekrar edilmedi mi?

IMF, şimdi, en azından, bu klişeyi tekrarlamıyor. Açıkça ifade etmese de bir krizin ön-koşullarının oluştuğunu ima ediyor. Fakat, finans kapitalin hükmettiği bir dünyanın sistematik özellikleri eleştirel perspektifle dikkate alınmadıkça, tablo sadece eksik kalmıyor; yanlış, hatta yanıltıcı oluyor.

Örnekler çok. Birine işaret etmekle yetiniyorum: “Şirketlerin yabancı parayla borçlarındaki artış, yükselen piyasa devletleri üzerindeki baskıyı artırabilecektir.” (Finansal Rapor, s.ix)

Buradaki “fikir” vahimdir ve kötü niyet içermektedir.

Şirket borçları devlete niçin yansımalı? Borç-alacak ilişkisi bir sözleşmedir ve açık bir garanti (kefalet) öğesi içermiyorsa, üçüncü şahısları ilgilendirmez. Özel şirketlerin banka kredileri de böyledir. Kredi sözleşmesinde bir devlet garantisi yoksa, risk sadece alacaklıya aittir. Temerrüt veya iflas halinde devlet, yani borçlu şirketin devleti devre dışıdır.

IMF, buradaki ifade ile Yunanistan’da uyguladığı kirli senaryoyu tüm çevre ülkelerine taşıma niyetini itiraf etmiş olmuyor mu? Yani, uluslararası bankaların özel alacakları, problem çıktığında, borçluların devletinden mi tahsil edilmeli?

Hani, “serbest piyasa doktrini”?

• • •

IMF Raporları, 2015’in istikrarsız ortamının yükselen piyasa ülkelerine yansımasını da inceliyor.

Finansal Rapor’da 20 ülkedeki kırılganlıkları kapsayan iki tablo (Ss.45-46) var. Ana kırılganlık göstergelerini sıralıyorum:

Merkez Bankası enflasyon hedefindeki sapma, şirketlerin riskli borçlarının toplam kredilerdeki payı, finans dışı şirketlerin döviz borçları ile cari işlem açığının milli gelire oranları, rezervlerin bir yıllık dış finansman gereğine oranı, son sekiz ayda döviz kurundaki değişim, batık kredi takas oranı, kredilerin mevduata oranı, takipteki banka alacaklarının ve devlet tahvillerinde yabancıların payları.

Bunlar, genellikle, sermaye hareketleri, dış faizler, ihracat talebi gibi dışsal şoklara karşı ekonominin kısa vadeli kırılganlığını yansıtan ciddi göstergelerdir.

“Enflasyon hedefindeki sapma” ise, aslında uydurma bir göstergedir ve IMF’nin “enflasyon hedeflemesi saplantısı”nı yansıtmaktadır. Ve örneğin Türkiye’de enflasyon olgusunun para politikasının (yani Merkez Bankası’nın etki alanının) dışında belirlendiği de itiraf edilmektedir. (Ekonomik Rapor, s.69). Ne var ki, uydurma da olsa, finans kapital önem verdiği için ciddiye alınmalıdır.

Diğer dışsal kırılganlık göstergelerinin tümü, aslında, yükselen ekonomilerin (ve tabii Türkiye’nin) sınırsız serbest sermaye hareketlerine teslimiyetinin türevidir. Örneğin, basit bir bankacılık ilkesi gibi görünen kredi/mevduat oranı dahi, dıştan “serbestçe” borçlanmaya teşvik edilen bankaların, bunları iç döviz kredilerine dönüştürmesinden türemiştir. Böylece, mevduattan bağımsız bir borçlanma tırmanması mümkün olmuştur.

IMF raporları, işin özünü; serbest sermaye hareketlerinin yarattığı afyonkeşliği hedeflemiyor. Yıllar boyunca bu konuda kesin kuralsızlaştırma, sınırsız serbestleşme savundular. Sakıncalar, kırılganlıklar arttıkça, “ihtiyatî düzenlemeler” diye muğlak bir söylem uydurdular.

Biraz önceki örneğe döneyim. Dövizle borçlanma, kredi/mevduat bağlantısından bağımsız hale gelmişse, kestirme çözüm, dış borçlanmanın (sermaye hareketlerinin) ilke olarak denetlenmesidir.

• • •

Türkiye’ye dönük somut politika önerilerine gelince, 2014’te IMF uzmanlarınca hazırlanan raporlardan izler var:

Merkez Bankası döviz kuru hedeflemesi hevesinden vazgeçmelidir. Olsa olsa finansal şoklar patlak verirse döviz piyasasına müdahale edebilir; ancak sadece kur dalgalanmalarını hafifletmek için… Kesin öncelik enflasyondur. Merkez Bankası’nın politika faizi, enflasyonu aşmalıdır. Ya enflasyon aşağı çekilecek; ya da TCMB faizi daha da yükseltilecektir. Maliye politikasında sıkılaştırma (yani ekonomik durgunlaşma) cari açığı azaltmak amacıyla da kullanılmalıdır. (Ekonomik Rapor, s.26, 53).

“Üst akıl”dan çıkan fikirler bu kadar.Bizler ise, kendi kafamızla düşünmeyi yeniden hatırlayıp işimize bakalım.