Atıf Yılmaz’ın Osman Şahin öyküsünden uyarladığı Adak’ın (1979) başında, köylü karakterlerden birinin röportaj sırasında söylediği sözler bunlar: “Peki sen ne diyorsun bu olay için?” / “Vallahi, ne diyeyim bilmem ki...

Atıf Yılmaz’ın Osman Şahin öyküsünden uyarladığı Adak’ın (1979) başında, köylü karakterlerden birinin röportaj sırasında söylediği sözler bunlar: “Peki sen ne diyorsun bu olay için?” / “Vallahi, ne diyeyim bilmem ki... Böylesi değil İslam memleketlerinde, ecnebiyyede bile görülmemiştir, Amariga’da bile! Vahşiyat, afedersiniz...” Köylü ‘vahşiyat’ derken Allah’a kurban olsun diye iki aylık bebeğini keserek öldüren babadan bahsediyor.

Karısı ve oğluyla sefalet içinde kıvranan Mümin’in mevsimlik işçi olarak çalışırken hırsızlıkla suçlanması, nezarethanedeyken “Masumluğum kanıtlanırsa doğacak ikinci oğlumu Allah’a kurban edeceğim” diyerek adak adaması, masum olduğu anlaşıldıktan sonra köye dönüp ikinci çocuğu dünyaya getirmesi ve sonrasında meydana gelen korkunç kurban hadisesini anlatan Adak’ın kaynağı ne yazık ki 1962’de Erzincan’da yaşanan gerçek bir olay...

Bu ‘kan akıtma yoluyla ibadet’ meselesi 20. yüzyılda sıradan bir antropolojik araştırma nesnesine dönüşme yolundaydı, ama nasıl olduysa -İranlı mollalar ‘büyük şeytan’ diye adlandırsa da aslında dünyanın en büyük cihad/mücahit destekçisi olan ABD sağ olsun...- insanlığın takvimde dehşet verici geriye sıçrayışıyla yeniden sosyolojik bir olguya dönüştü. Yani hafta içinde Leman Sam’ın dikkat çektiği ‘hayvanların Allah’a kurban edilmesi’ ile ‘insanların Allah yolunda öldürülmesi’ arasındaki paralellik hiç de basitçe “Leman Sam’ın kurduğu” bir paralellik değil aslında.

Hikâye dinsel mitolojinin en ünlü öykülerinden olan ‘ilk kan’la başlar: Tanrı Adem’in oğulları Hâbil ve Kâbil’den kurban ister. Çobanlık yapan Hâbil bir hayvanı keserek kurban eder, çiftçi Kâbil’se tarlasında yetiştirdiklerinden sunar. Tanrı, her ne kadar diğerinden daha çok emek harcanmışsa da Kâbil’in ‘kansız kurban’ından hoşlanmaz, Hâbil’in kurbanını tercih ettiğini açıkça belirtir. Bunun üzerine kıskançlığa düşen Kâbil Hâbil’i öldürür -belki de tanrının bu tuhaf kan isteğini kardeşinin kanıyla yerine getirmek istemiştir...

İnsanlığın din kurduğu ilk günden bu yana tanrılar hep kan istemiştir –ana tanrıçalar bile! Bu yüzden özellikle çocuklar ve bakireler -geleceğin, hayatın, doğurganlığın en önemli sembolleri- adak nesnesine dönüşmüştür. Kontes Bathory’yi hatırlayın; daima genç kalabilmek için civar köylerdeki genç kızları kandırıp şatosuna getirten, onların kanıyla dolu küvetlerde yıkanan bu kadın ölümlülükten kaçıyor, kan yoluyla tanrılaşmaya çalışıyordu. Çünkü tanrının tanrılığının kanıtlanması ancak uğrunda dökülecek kanla mümkün olabilir.

Bu konudaki asıl ünlü öykü ise, biliyorsunuz, bir babanın zerre kadar düşünmeden tanrı uğruna oğlunun gırtlağını kesmeye davranmasıyla ilgilidir; 1962’de Erzincanlı Müslüm Koca’ya ilham olunan haliyle (Adak’ta Mümin, menkıbeler kitabından kurban olayının nasıl bir ‘bayram’a dönüştüğünü okuyor): “Bu bayramın hikmeti şöyle ki, İbrahim aleyhisselam bıçağı çocuğun boynuna üç kez çaldığında da bıçak kesmiyor. Taşa çalıyor, taşı kesiyor, onun üzerine bıçak dile geliyor: ‘Ya İbrahim, beni niye böyle üzersin?!’ diyor. Onun üzerine Cebrail geliyor gökten, Cebrail koçu getirdiğinde de...”

Tabii bu iki oğul katli arasında fark var; yine Adak’ta bir mahkûm karakterinin söylediklerinde ortaya çıkan basit bir fark: “Beraber yatarken soruyoruz kendisine: ‘Be birader!’ diyoruz, ‘sen peygamber mi oldun?!’ Annadın mı?! ‘La’ diyor, ‘lo’ demiyor bacı!..” Yani Mümin/Müslüm “Evet, peygamberim!” dese aslında sorun kalmayacak.

İşte tüm kurban, kafa kesme, tanrı için kan akıtma ritüelleri arasındaki fark bu; en fazla ‘la’ ile ‘lo’ arasındaki kadar bir fark...