Mamak’ta, A-Blok 6. Koğuş’un kapısı açılıp da içeri girdiğinde, o güne kadar o kapıdan girenlerden çok farklı biriyle karşı karşıya olduğumuzu anlamıştık. Ağır işkenceden geçmiş herkese benzeyen, ama onlardan farklı da bir hali vardı.

Bağcıkları alınmış botlarının içindeki ayaklarını kendinin değil gibi sürüyordu. Gözleri bomboş bakıyordu; ona ait değilmiş gibi.

Ne henüz çıkıp geldiği yer umurundaydı sanki, ne de şimdi adım attığı bu koğuş.

Hastaydı; şizofren! 12 Eylül faşizminin ağır işkencelerini gördüğü günlerden beri.

İşkencede, bir tür işkenceye karşı savunma olarak belki, zihninin yarılmasına karşı çıkmamış, kendinden vazgeçerek kendini savunmuştu. O işkence koşulları altında, gerçeklikten ayrılıp işkencecilerin erişemeyeceği bir başka gerçeklik inşa etmişti.

Birkaç sene psikoloji okuduğum için içeride kendimi psikiyatr sayar olmuştum. Malatyalı diye, hem de köylü, çiftçilik sohbetleriyle terapi yapmaya çalışıyordum. Onun hızlı voltalarına eşlik ederken, nasıl bir elma bahçesi yapacağımızı, ağaçları nasıl budayacağımızı falan anlatıyordum. Konuşturmak için ara ara sorularak sorarak.

O dinlemedeydi daha çok. Biri bitmeden diğerini yakıp, sapsarı olmuş parmakları arasında ağzına götürdüğü sigarasıyla…

Bazen gözünü sürekli yanan ampule diker, uzun süre altında hareketsiz kalırdı. “Gerek yok, ben enerjimi buradan alıyorum” diyerek yemeyi reddederdi.

Hastaydı, hem de ağır… Cezaevinde değil, hastanede olmalıydı. Ama hayır, nihayet 1988’de Bakırköy’den alınan “cezaevinde uzun süre yatamaz” raporuyla tahliye olana kadar hep içerde tuttular. Sonra “yatabilir” diye tekrar içeri attılar!

Kriz geçirdiğinde tek yaptıkları en ağır sakinleştirici iğneleri yapıp bir ceset gibi koğuşa geri göndermekti.

Neyse ki arkadaşlık vardı içeride, dostluk, yoldaşlık vardı… Arkadaşları her şeyiyle ilgilendiler; beslenmesiyle, temizlenmesiyle, olmazsa olmazı sigarasıyla…

Yine öyle kriz anlarından birinde, revire götürmüştük. On asker zor zapt ediyordu. Direniyor, tekmeler savuruyordu. O itiş kakışta boynumu yakaladı. Bir yandan on askeri savuruyor, bir yandan da boynumu tutuyordu.

Tutuyordu, ama sıkmıyordu!

O gün anladım ki, bir zihin yarılması yaşayan şizofreni hastasının zihninin her yanında dostluğa yer vardı. Askerlerin dost olmadığını, ama benim olduğumu biliyor, o boğuşmada sıksa boğabilecekken boynumu sadece tutuyordu.

Devrimci Yol ana davasında 146/1’den müebbet almıştı. Kendi kendine konuşuyor diye mahkeme salonundan atılmış, 2 yıl duruşmalardan men edilmiş ve karar öncesinde de savunma yapamamıştı.

Cahit’in (Akçam) çabaları, Selçuk’un (Candansayar) yardımıyla Ankara’da hastaneye yatırmıştık Veysel’i. Sigara değil ama çikolata götürüyordu arkadaşları. Sigara az içsin diye uyarılmıştı personel. Bir ziyaret sırasında, çikolata dolu olmasını bekledikleri çekmecelerinin sigara dolu olduğunu görünce sormuşlar; o da “Çikolata ile trampa ettim” demişti.

Mamak’ta sinekkaydı tıraş şarttı; her sayımda mutlaka kontrol eder, yarım günlük sakalı bile dayak gerekçesi yapabilirlerdi. Bir keresinde; “Niye tıraş olmadın?” diyen başçavuşa, tereddütsüz “Ayna bozuktu” demişti.

Sivil cezaevinde Pazar sabahları TRT’den naklen yayınlanan Hikmet Şimşek yönetimindeki CSO konserlerini dinleyen “abi”lerin “sessizlik lütfen” uyarılarına bir tek o aldırmayabilirdi.

Hastalığı özgürlüğüydü biraz da!

Dün Malatya’nın Gürge köyünde toprağa verilirken de arkadaşları vardı Veysel Kubat’ın yanında. Kalp kriziymiş…
İşkencenin yok ettiği huzurunu keşke bu dünyada bulmuş olabilseydi!