Vizyondakiler: Son Portre, Açık Deniz, Dangal

Son Portre: Soyuta karşı nesne
Film, aykırı yaşamsal pratiklerine sahip, yaşadığı dönemdeki insanlar gibi olmayı reddetmiş, hayatla, edebiyatla, sanatla kavga içinde olan heykeltıraş, ressam Alberto Giocometti’yi daha yakından tanımanız için bir kılavuz olabilir. Tabi eğer bunun için bir kılavuza ihtiyacınız varsa.

Filmde sanatçıyı yakından tanımamıza kılavuzluk eden figür, 1960’larda sanatçıyı Paris’teki stüdyosunda ziyarete gelen Amerikalı genç yazar James Lord. Giacometti bu genç yazarın portresini resmetmek üzere onu kalmaya ikna edince biz de bu şaşkın yazar gibi bu harika sanatçının son dönemlerine eşlik etmeye başlıyoruz.

Giacometti gibi güçlü bir sanatçının, karakterin karşısına bu denli güçsüz bir karakter konulması ciddi bir problem. Giacometti gibi yaratıcı rahatsızlık içinde bulunan sanatçıları tanımak için onun karşısında sorgulayan, daha zeki bir figür olmalıydı. Hepimiz en çok yazarların, sanatçıların hakkında zeki figürlerin fikirlerini merak ederiz. Bu yüzden bana kalırsa Alberto Giacometti’yi en iyi anlatan Jean Genet’dir. Yazar, Giacometti’nin Atölyesi isimli kitabında sanatçıyı şöyle tanımlar; "Ne kadar saygı duyuyor nesnelere. Her nesnenin kendine has bir güzelliği var; çünkü her nesne, kendisi olma edimi içinde, ‘yalnız’; her nesnenin içinde, yeri doldurulamayacak bir şey var." Zaten soyuta karşı nesneyi ortaya koyan bir sanatçıdır Giacometti, insanların aldatan ve yanıltan görünümünden farklı bir yerleri keşfetmiş gibidir. Bir şeyin sırrını çözmek için çırpınıp durur gözüken sanatçıyı anlatmak için fazlasıyla kolaya kaçılmış ve sadece mizansenlere yüklenilmiş.

Hikâye hiçbir yerde kalınlaşmıyor, derinleşmiyor ve film Amerikalı yazarın varlığı gibi çok temiz, çok kontrollü ilerliyor. Ressama model olan bu yazarın bizlere tek gösterdiği o dönemde ressam-model ilişkisinin nasıl bir şey olduğu ötesine geçemiyor. Zayıf senaryo ve yönetmenin odaklanmadaki vizyonsuzluğu ile tercih edilen bakış açıları sanatçının dehlizlerini, kütlesel karamsarlığını, kısacası aklını ve ruhunu bize gösteremiyor. Yönetmen Stanley Tucci’nin filmin ağırlığını hafifletmek için eklediği hafif komedi unsurları ise hikâyenin yani ana karakterin özünü bozmuş. Kısacası yönetmenin, önceki filmleri olan The Devil Wears Prada ve Terminal gibi komedi türlerinde daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Film kötü mü derseniz, hayır kötü değil sadece tamamlanmamış hissi veriyor, derim. Hele ki Geoffrey Rush’ın Oskarlık Giacometti tasviri görülmeye değer diye düşünüyorum.

***

Dangal: Bu filmi kucaklamak istiyorum

vizyondakiler-son-portre-acik-deniz-dangal-338907-1.
Vizyonda harika bir Hint filmi var. İsmi Dangal, kelimenin terminolojik tartışmaları Hintçe ve Marathi dili arasında sürmekte ama kabaca anlamı savaşçı. Film iki saatten fazla sürmesine rağmen sizi bir dakikasında bile sıkmıyor çünkü ilham veren spor filmlerinden olan Dangal son derece otantik ve kalabalıkları mest edecek derecede sevimli bir film. Bunu başarmak ne kadar zor bilirsiniz… Hintli baba uluslararası güreş şampiyonu olduktan sonra içinde ukde kalarak bu mesleği bırakır. Tek arzusu erkek oğlu olması ve onu kendi elleriyle Olimpiyatlara hazırlamaktır. Ancak babanın sadece kız çocukları olur.

Kuzey Hindistan Bölgesi’nde bulunan ve Hindistan’ın 29 eyaletinden birinde Balali isimli küçücük bir kasabada hayata başlıyorsun ve kızsın ve normalde ortalama 14 yaşında evlenmen ve naan pişirmeye başlaman gerekiyor. Ama öyle bir babaya denk geliyorsun ki bu baba tüm bunların tam zıddı bir şey istiyor kızları için; erkek kadın ayrımını öteleyerek kızlarını birer güreşçi gibi yetiştirmek istiyor. Üstelik tek engel toplumsal reddedilme de değil, aynı zamanda bürokratik engeller de giriyor devreye. Kısacası toplumsal baskı ve de devletin hiçbir şekilde desteklememesine rağmen babalarının antrenörlüğünde iki kızın güreşçi olarak yetişmesi ve Olimpiyatlarda Hindistan’a güreşte ilk altın madalya aldırmaları, zaten başlı başına müthiş bir hikâye... Bunca ciddi mesajı olan film sonuçta bir Bollywood filmi, o yüzden müziklerin sesi son ayarda ve hemen her sahnede… Filmin Geeta ve Babita isimli iki kız kardeşin gerçek hikâyesinden esinlenerek çekildiğini ve Aamir Khan ile ona eşlik eden oyuncuların da harika olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bence bu film kaçmaz.

***

Açık Deniz: Yeter artık çekmeyin

vizyondakiler-son-portre-acik-deniz-dangal-338908-1.
Bu filmin tek sevdiğim yönü gençlerin köpekbalığından değil de kendi salaklıklarından ölüyor olması. İnsanları havada, karada ve denizde birbirlerinin arkasından iş çeviren, hırslı, kibirli ve bencil yaratıklar olarak gösteren filmin tek masumu sanırım köpekbalığıydı. Ben köpekbalığı olsam okyanusumda bu salak insanları görsem korkar ve onları yerdim… İlk filmini 2003’te izlediğimiz Open Water’ın bu üçüncü filmi her zamanki gibi üçüncü film olmanın lanetine uğramış. Başından sonuna kadar filmin her şeyi zayıf; senaryo, oyunculuklar, gerilim dozu… Üç Kaliforniyalı genç Avusturalya’ya kafes dalışı için gidiyor ve Pasifik Okyanusu’nun içinde köpekbalıklarıyla baş başa kalakalıyor. Bulunmuş video görüntüleriyle hikâyeyi anlatmak filme hiçbir gerilim unsuru katmamış tam tersi zaten zayıf olan gerilimi iyice yok etmiş. Çünkü Pasifik Okyanusu’nda üç kişinin kaybolduğunu ve öldüğünü bilerek başlıyoruz filmi izlemeye yani sadece nasıl öldüklerini izliyoruz.