(Xatun Tuğluk için)

Bundan kırk yıl evvel, her tarafta bir herc ü merc vardı. Yalnızca sloganlardan, tellerdeki pankartlardan, renk renk duvar afişlerinden değil, memleketin doğusunda fakir ve biçare ahalinin konuştuğu dillerden dolayı da bir keşmekeş vardı.

Hele adına Palavra denen bir sokak vardı ki, oraya yaklaştığınızda uzaktan bir uğultu kulağınıza dolar, sonra sözcükler yavaş yavaş tanınır hale gelirdi. Çoğunluk tek kelime Türkçe bilmez, bazıları okul görmüş ve kırık bir Türkçe öğrenmiş, bazıları da iki dili de bir arada götürdüklerini sanırlardı. Çok fazla yaşı olmayan ama saçları dökülmüş bir adamın, torununa, nero cigeram defterini kitabını unutma, dersine rınd çalış, diye öğüt verdiği sık görülürdü. Türkçe’yi okulda öğrenmiş bir çocuğun, lacivert ceket ve gri pantolonuyla, Türkçe kelimelerini harcamamaya kıskançça özen gösterdiği -sanki xırapmış gibi- çok nadir konuştuğuna, sıkça rastlanırdı.

Özgürlüğün kural olduğu o yıllarda bile, ekmek yere düşse, ordan alıp, üç defa öpüp alnına sürüp yüksek bir yere koymamak, yerde gezen nazlı karıncaların üstüne basmak, toprak altındaki solucanı incitmek, en hür canlı olan kuşları avlamak, ırmakta yüzen kırmızı pullu alabalığı bir de kanca ile tutmak, ağaçları kesmek, bir hafta sonu uzak bir dağbaşındaki ziyarete gidilen mumların üstünde eridiği kutsal taşı öpmemek, yalan söylemek, aksakallı pirin, alnı kızıl ananın elini öpmemek, komşu hakkını bilmemek ve daha bir dizi iş xırap sayılırdı.

Yaşayanların birbirine, ağaçlara, kuşlara, masmavi ırmağa, temiz havaya xıraplı davranışları, ölenler söz konusu olduğunda daha net bir hâl alıyordu. Dün ölene, üç günlüğü verilene, kırkı çıkana, yıllardır mezarda yatana saygısızlık daha çok kınanırdı. Ölülere hakaret herhalde en büyük xıraptı.

Bir ölü, ölünün uğurlanması hazırlıkları, toprağa verme ya da sırlanma, sonra da yas günleri, bunu her insan en azından bir yakınını kaybettiğinde yaşar. Ölen morgda veya suskun bir köşede yatarken etrafındakiler ondan daha sessizdir. Hiç kimse çıtını çıkaramaz, gülünmez, eğlenilmez, televizyon radyo açılmaz, bu durum cenaze toprağa verildikten sonra bile bir süre devam eder. Mezarda derin bir kuyu, oraya incitilmeden, yavaş hareketlerle indirilen bir beden, üstüne saygıyla atılan toprak, toprak altındakinin üstüne yatırılan kırmızı çiçekler. Sonra ölü yemeği, üç gün, yedi gün, kırk gün törenleri. Yetmişli yılların o coşkulu günlerinde, vaktimiz yok onların matemini tutmaya, denilen ve hep gençlerin öldüğü o hızlı akan devirde bile kırk gün sakal kesilmez, traş olunmazdı. Bir Halit Karakoç vardı, lisede matematik hocamız, seksenlerdi, sakalını kesmeyen bir arkadaşımıza, artık kes, sen öğrencisin, deyivermişti.

Bizim Heyzan mesela -ölüm meleği ağır ağır kapıya yaklaşınca-, arkamdan çok ağlayın, konu komşuya beni rezil etmeyin, demiş, bir de, beni tanıdıkların tarafına gömün, vasiyetinde bulunmuştu. Haylaz erkek ve kız torunları -artık doksanında olan Heyzan’ı-, kasvetli ölüm duygusundan soyundurmak için, nene nene, biz niye sana ağlayalım, ölüm dediğin senin içindir, gençken ölenlerin arkasından ağlanır, diye muzipçe takılıp durdukça, torunlarım siz kendinize sahip çıkacaksınız, bana değil, ölenlere saygı kendinize saygıdır, diye kestirip atmıştı.

İnsanoğlu, öldürülen ya da vadesi dolan üyelerini -muhtemelen savunmasız olduğundan- daha hassas bir korumaya almıştır. Ölene saygı, yaşayana saygıdır. Mezarlıklar bu yüzden hep çiçeklerle doludur. Hatırlayın, destansı Truva savaşında düşman taraflar, sıkça birbirlerinin hele genç ölülerine ağlamış, muharebede hemen her akşam karşılıklı ölülerini alma ve gömme molaları vermişti. Savaş o zamanlar, ölüler söz konusu olduğunda dahi insaniydi. Yine insan bazen, modern zamanlarda bile, düşmanının ölülerine bile saldırmış, mezarlarına tükürmüş, küfretmiştir.

Denizleri, kıyıları yağmalayan, ormanları kesen, hapishanelerini dolduran o eski barbar dinci karanlık, Türkiye’nin üstüne çökeli yıllar oldu. Son olarak ODTÜ ormanını yağmalayan ve aldığımız bir damla havaya bile düşman olan bu canilik, yıllardır zaten orda yaşayan, sekseninde bir kadının Türkiye’nin başkentinde gömülme hakkını ortadan kaldırdı. Xatun Tuğluk az evvel konulduğu topraktan yavaşça alındı, Ankara dışına, muhtemelen memleketine varacak bir gece yolculuğuna çıktı.

Ölenlere saygı, yaşayanlara saygıdır. Xırap değil, yasada tanımlı bir suçtur, hesabı öte yanda da değil, mahkemede sorulmalıdır. Kuşa, ağaca, denize, ormana, toprak altında ve üstünde yaşayan her şeye, en son Xatun Tuğluk’a düşman bu zihniyet, er geç hesap verecektir.