“Özleminizi kabul etmezseniz, kendinizi izleyemez, başkalarının size gösterdiği yabancı yollara girersiniz.”

Yalnız ve yenik

Foucault’nun “Özne ve İktidar”da bahsettiği “Peşinden koyun sürüsünün geldiği çoban olarak ilahi varlık, kral ya da lider fikri” pek sevildi bu ülkede. Dünyada da seviliyor artan bir şekilde. Bir Mısır ilahisinde dendiği gibi “Herkes uyuduğu zaman gözünü onların üzerinden ayırmayan, sürün için en iyi olanı isteyen Ulu Ra…”

Ya çoban gözünü ayırırsa sürüden, dalıp gitmiş, bir gün yeryüzündeki bütün sürülerin çobanı olacağı hayalini kurarken. Foucault, çobana ihtiyaç duyulmasının birincil koşulunun, dağınık durumdaki bireyler olduğunu söyler. Dağılmış olmalısın ki, bir ıslıkla toplanabilesin, bir amacın olmamalı ki sürünün varlık nedeni amacın olabilsin. “Çoban, sürüsü için bir hedef koyar. Sürü ya iyi bir otlağa götürülmeli ya da tekrar ağıla döndürülmelidir.”

Bir bireyi, dağılmaktan koruyacak olan şey nedir? Kendisi olmak, özlemlerini kabul etmek diyor Jung “Kırmızı Kitap”ta, ama “insanın özlemini kabullenmesi küçük bir şey değil” diye de ekliyor. İnsanın kendisine dürüst olması öyle zor ki, acı verici, perişan edici… Acınızı ancak edebiyat ve sanat dindirebilir, bir iksir gibi, bir romanı ya da filmi içip… Her roman, her film de aynı etkiyi göstermez, uyuşturanı, uyandıranı…

“Özleminizi kabul etmezseniz, kendinizi izleyemez, başkalarının size gösterdiği yabancı yollara girersiniz.” Kaybolmanın ve dağılmanın nedeni… “O zaman da kendi hayatınızı değil, yabancı bir hayatı yaşarsınız. Oysa sizin hayatınızı sizden başka kim yaşayabilir? İnsanın hayatını yabancı bir hayatla değiştirmesi yalnızca aptallık değil, aynı zamanda ikiyüzlü bir oyundur; çünkü aslında başkalarının hayatlarını hiçbir zaman gerçekten yaşayamazsınız, yalnızca yaşıyormuş gibi yaparsınız ve o başkasını ve kendinizi kandırırsınız; çünkü insan ancak kendi hayatını yaşayabilir.”

Bir defasında çobanlık yapmıştım çocukken, dedemin koyunlarını otlatmıştım eşeğin üzerinde. Bu son otlatışım olmuştu, çünkü koyunları kaybetmiştim dağda. İçinde olduğum doğa o kadar baştan çıkarıcıydı ki, akan nehre, uçan kuşlara, devasa ağaçlara bakarken, sürü dağılıp gitmişti. Dedeme koşup yardım istemiştim. Kurtlar vardı dağda, derin uçurumlar, sürü tehlikedeydi.

Dedem, deneyimli bir çoban olarak, sürünün nasıl dağılacağını biliyordu, eliyle koymuş gibi bulup geri getirmişti hepsini. Dedem bir ulu kişi gibi görünmüştü gözüme, o her şeyi biliyordu, koca dağda kaybolmuyor, kaybolanı da bulup getiriyordu. Sürüyü ağıla kapatmıştı. Sürü güvendeydi, kapalı ve otlaklardan uzak. Kurtlara yem olmaktansa… Güvenlik toplumu…

Foucault, bir çobanın sürüsünü hem topluca, hem de en ayrıntılı davranışlarına kadar tanıması gerekir diyor. İktidar, ülkeyi anketlerle yönetiyor diye suçlanıyor ya…

“[Çobanın] sadece iyi otlakların nerede bulunduğunu, mevsimlerin yasalarını ve şeylerin düzenini bilmesi yetmez; bunun yanında, hepsinin özel ihtiyaçlarını da bilmesi gerekir.”

Şu an çatışmaya neden olan şeylerden biri, iktidarın eski iktidar teknolojilerini kullanıyor olması. Belki de muhafazakârlığı bu açıdan düşünmek gerek, kullandığı iktidar teknolojisine bakarak. Muhalif olan liberal iktidar adayları ise, gelişmiş iktidar teknolojileri kullanmak istiyor, kendini sürü gibi görmeyen bir sürü; içselleştirerek kendi kendisinin çobanı olan bireylerden oluşan bir sürü… Devlet aklı ve polis doktrini… Devleti güçlendirmenin bir yolu olarak, insanlara biraz daha fazla güzel yaşam sunmak… Bunun için de iletişimi, yani bireylerin ortak faaliyetlerini (çalışma, üretim, mübadele, yerleşim) denetlemek…

Devlet aklı, “çoban”la simgeleşen pastoral iktidar anlayışına yaslanmıştır diyen Foucault’ya göre özgürleşme, bu iki iktidar biçiminden birine değil, siyasi rasyonalitenin köklerine saldırarak gerçekleşebilir.

Jung, insanların kendi hayatlarını yaşayamamasını, yalnızlık ve yenilgi korkusuyla açıklamıştı. Asıl yaşama coşkusu, yalnızlığı ve yenilgiyi göze alanların neşesinde görülebilir, Bolano gibi yazarların hikâye ve romanlarındaki o tuhaf çekicilik…