Frankenstein 1818’de yayımlandı ama hâlâ çok etkileyici bir anlatı olarak hayatını sürdürüyor. 200 yaşında olmasına rağmen metaforik yapısı öyle güçlü ki, her kuşak için öykünün iskeleti değişmeden yepyeni versiyonlar üretilebiliyor -son 100 yıl içinde onlarca kez filme alındı, yüzlerce defa TV-video filmlerine ve korku romanlarına konu oldu.

Frankenstein ilk kez yayımlandığında genç yazar Mary Wollstonecraft için metafor dinamosunu çalıştıran unsur Sanayi Devrimi’ydi. Romanda bilim ve tekniğin pozitivizm üzerinden kendi ideolojilerini geliştirmeye başladığı bir dönemin tüm kaygılarını görebilirsiniz: İnsan-doğa ilişkisi nereye gidiyor; insanın tanrı rolünü oynamaya hakkı olabilir mi; yaşam ve ölüm/yaşatma ve öldürme kavramları birbirini nasıl besler; toplumların kendi canavarlarını yarattığı bir dünya nasıl bir yer olacak?

Anlatının metaforik zenginliği bugünün dünyasında daha belirgin biçimde ortaya çıkıyor. Belgeselci Michael Moore Saddam Hüseyin’in yakalanmasından bir gün sonra yayımlanan yazısında -14 Aralık 2003- ABD’nin denizaşırı saldırganlığını çözümlerken şöyle diyordu mesela: “Nihayet bizim de Frankensteinımız oldu. Ve tıpkı hikâyedeki Frankenstein gibi, Saddam da kontrolden çıktı. Artık efendisinin söylediklerini yerine getirmeyecekti. Bu yüzden yakalanmalıydı... Dr. Frankenstein rolü yapmayı çok sevdik. Bir sürü canavar yarattık -İran’ın Şahı, Nikaragua’nın Somozası, Şili’nin Pinochetsi- sonra da bu canavarlar insanları katlettiği zaman ya şok olduk ya da görmezden geldik.”

Latin edebiyatının ustalarından Carlos Fuentes de aynı günlerde aynı metaforu kullanıyordu: “Saddam Hüseyin, ABD ona mümkün olan her türlü desteği verdiği için Saddam Hüseyin oldu. ABD’nin Frankenstein gibi canavarlar yaratma konusunda olağanüstü bir yeteneği var. Sonra bir gün bu Frankensteinların korkunç ve tehlikeli olduğunu fark ediyorlar. Ama o gün gelene kadar nasıl oluyorsa bu canavarlar ABD’nin şımarık, sürekli kayırılan çocuğu olarak büyütülüyor...”

Siyahların Vatandaşlık Hakları (Civil Rights Movement) mücadelesinin önemli isimlerinden Richard ‘Dick’ Gregory 1968’de -o yıl ABD başkanlığı için aday olmuştu ama sadece 47 bin küsur oy alabildi- yayımlanan bir kitabında metaforu ‘beyaz adam’ ve ‘kölelik’ üzerinden kuruyordu: “Beyaz adamın yarattığı canavar işte oradaydı, yaratıcısına dönüyordu. Bu korku filmi aslında getto hayatını anlatıyordu; beyaz adam tarafından yaratılan gettolardaki canavarca hayatı. Şimdi bu kaos kentinde gördüğümüz, baskılarla yaratılan canavarın şiddetinin yaratıcısına dönmesidir.”

Black Frankenstein-The Making of An American Metaphor adlı kitabında Elizabeth Young bu metaforları çeşitlendirirken, Frankenstein isminin kullanımındaki değişikliğe dair çok ilginç bir tespitte bulunuyor: Ölü bedenlerden aldığı parçaları birleştirip elektrik yardımıyla onları dirilten bilim insanından onun dirilttiği ve kısa sürede kontrolden çıkan canavara doğru bir dönüşüm yaşandı. Bugün Frankenstein ismi her iki anlamı da karşılıyor. Örneğin yukarıdaki alıntılarda, Fuentes ve Gregory doğrudan canavardan söz ederken Moore, Frankenstein’dan hem canavar hem de onun yaratıcısı olarak söz ediyor.

İşte tam da bu yüzden birçok insanın aklına örneğin RTE dendiğinde IŞİD geliyor; Frankenstein-Frankenstein ikilisi… Bugün tarihin çok özel bir anında, çok sayıda Doktor Frankenstein ve çok sayıda canavar Frankenstein’ın birbirlerini nasıl dönüştürüp çoğalttığına tanıklık ediyoruz -ABD-El Kaide, ABD-RTE, RTE-Putin...

Moore yazısını şöyle bitiriyordu: “En büyük tutkumuz olan Dr. Frankenstein rolü hepimizin sonunu getirecek.” Öykünün en yeni sinema versiyonu Victor Frankenstein’da niçin şimdiye kadarki Frankenstein canavarlarından daha şiddetli, daha güçlü, daha çirkin, daha canavar gibi bir canavarla karşılaştığımızı da açıklıyor bu ifade: O naif, âşık bile olabilen canavar başka bir dünyada kaldı; 21. yüzyılın Frankenstein’ı sadece yok etme güdüsüyle davranıyor hem yaratıcı hem de canavar olarak, hem halk hem de iktidar olarak...