Dünya bu haliyle doğa yasalarına uygun değil. Gittikçe büyüyen anksiyete meselesinden iklim krizine kadar her şey, doğayla insan arasındaki mücadelenin kaçınılmaz bir bedeli olarak karşımıza çıkıyor. Kapitalizm, sadece doğadaki canlı çeşitliliğini yok etmedi, küçük küçük çok sayıda insan gruplarını, dillerini, yaşam tarzlarını da yok etti. Sadece doğanın geleneklerini değil, insan geleneklerini de ya yok etti, ya da dönüşüme uğrattı ve bu öylesine hızlı ve gaddarca gerçekleştirildi ki… Amerika kıtasının işgaliyle birlikte yerli topluluklar hızlıca bulaşıcı hastalıklar ya da savaşlar yoluyla yok edilmiş, o yerli toplulukların kültürleri de aynı kaderi paylaşmıştı. Kapitalizm aynı gaddarlığı geliştirilmiş ve çeşitlendirilmiş araçlarla sonradan da sürdürmeye devam etti ve sadece kâr amaçlı bu yok ediciliğine bakarak onu bugün negatif anlamda nihilist olarak tanımlamak mümkün. Atom bombasını üretip şehirlerin üzerine atan bir uygarlık anlayışından ne beklenebilir?

Günümüzün muhafazakâr siyasetleri de sadece bir aldatmaca, iktidara geçer geçmez doğadan kurumlara, yaşam tarzlarından farklı düşünce yapılarına her şeyi kâr ve güç uğruna harcayabiliyor, geriye sadece büyük büyük vaatler ve fantezilerden oluşan alternatif bir gerçeklik bırakıyorlar. Gerçekten muhafazakâr olsalar, sadece insan geleneklerine değil, doğanın döngüsüne de saygı duyar, kapitalizmin yıkıcılığına karşı mücadele ederlerdi. Saraylarda yaşayıp kapitalizmin en vahşi yüzünü halka reva görmezlerdi.

***

Aslında galiba devrimciliği ve gelenekçiliği yan yana getiren, modernizmin doğaya ve insana yaklaşımını kökten değiştirecek nihilist olmayan yeni bir hareket de ekolojiyi merkeze alarak gelişiyor. Ne bildiğimiz anlamda muhafazakâr, ne de bildiğimiz anlamda ilerlemeci, ama hem gelenekçi, hem de ilerlemeci. İklim aktivistlerinin ön planda olduğu bu yeni küresel ekolojik siyasi hareketlerin felsefesine bakınca, ne tipik muhafazakârlar gibi eski dünyaya dönmek istiyorlar, yani mağaralara dönüp teknolojiden uzak bir hayat tahayyül ediyorlar, ne de ilerlemeciler gibi dijital ütopyaları arzuluyorlar. İstedikleri şey aslında çok basit, insanı doğanın efendisi olma arzusundan vazgeçirmek. İnsan doğanın efendisidir şiarını terk ederek, doğayla ve diğer canlılarla bir tür barışı hayata geçirmek. Bu bir bakıma insanın doğayla değil de doğanın bir parçası olan insanla ve doğaya hükmetmeye çalışan insan arasında gerçekleşen bir müzakere gibi görünüyor. Bunun yansıması, diğer insan grupları ve kültürleriyle de bir müzakere anlamına geliyor. Bu anlamda insanın doğayla ve tarihle kurduğu ilişkilerin kökten değişmesi anlamına geliyor. Aslında Italo Calvino’nun dünyanın kurtuluşu için önerdiği ‘Genel Ahlaki Devrim’ dediği şeye denk geliyor bu durum; iktidar ya da güç mücadelelerinden bağımsız, her şeyi kökten değiştirecek ahlaki bir değişim… Ama sorun şu ki, bu değişimin sistemin içinde gerçekleşecek bir değişim değil, ekolojik değişime sıcak bakan devletler, hatta şirketler bile var. Örneğin karbon emisyonlarıyla ilgili sınırlama ve yasaklar getiriliyor, çevreye az zarar verecek şekilde üretimler yapılabiliyor vs. Ama böylesi bir değişim çok yavaş ve iklim aktivistleri durumun aciliyetiyle ilgili sürekli uyarılarda bulunuyorlar. Var olan ekonomik yapı, kâr döngüsü ve hırsı, bu değişimi her zaman sınırlı düzeyde tutacak gibi görünüyor. Bizim yeni bir bakışa ihtiyacımız var, verili olan düşünce sistemleri ve önkabullerden çıkmamıza yardımcı olacak ahlaki bir dönüşüme. Bunu, doğa ve tarih temelli bir ekolojik anlayışla gerçekleştirebiliriz, ucu açık bir biçimde doğayı ve tarihi yeniden tanımlayarak. Yoksa bu belirsizlikler ve karanlık içinde rotasını yitirmiş, oradan oraya savrulan, otoriter ve totaliter rejimlerin hoşuna giden nihilistik bir atmosfer içinde distopik gelecek tahayyülleriyle oyalanıp duracağız.

Alain Badio, seminerlerinden birisinde, modern dünyada gerçek bir uygarlığın olmadığını söylemişti. Bu yüzden modern dünyanın sadece değişim ve yaşam mücadelesinden ibaret olduğunu... Uygarlık yoksa, geleneğin de olamayacağını; geleneğin sadece statik, baskıcı ve muhafazakâr yüzüne tanık olduğumuzu... Yeni geleneğin dinle değil, felsefeyle mümkün olabileceğinin altını çizmişti. Yeni bir uygarlık anlayışının ancak bu sayede mümkün olabileceğini… Değişime dair düşüncelerin değişmesine ihtiyaç var.