2020 yapımı Gretel ve Hansel adlı filmi izlemeye başlarken yine içine abuk sabuk bir sürü şeyin tıkıştırıldığı postmodernist bir uyarlamayla karşılaşacağımı sanıyordum. Postmodernizmin tarihselcilikle ilişkimizde açtığı büyük yaranın bir sonucu bu: Bir arada bulunması hem kategorik olarak imkânsız hem de saçma ve çirkin sonuçlar doğuracak unsurların hiçbir estetik sorgulamanın nesnesi yapılmadan paldır küldür birleştirildiği anlatılar uçuşuyor etrafımızda…

Masalın gişe rakamları açısından en başarılı uyarlaması olan Hansel & Gretel: Witch Hunters/Hansel ve Gretel: Cadı Avcıları (2013) bu tuhaf durumun iyi bir örneğidir: Cadıyı fırında yakarak öldürüp kurtulan iki kardeş, 21. yüzyıla uygun kostümler ve gelişmiş silahlarla profesyonel cadı avcılığına başlar. Gündelik Amerikan hayatının ‘keyif verici’ bir parodisine dönüştürülen hikâye, Grimm Kardeşler’in masalının tarihsel arka planındaki açlık ve kıtlık olgularından tümüyle soyulur, 13-25 yaş arası için aksiyon dolu bir eğlencelik olmaya indirgenir.

Kendi çerçevesi içinde buna karşı çıkma hakkımız yokmuş gibi görünebilir, ama türümüzün kültürel mirasının bir parçasının bağlam dışında ve acımasızca ‘harcanması’ söz konusu. Neoliberalizmin kültürel dayanağına dönüşen postmodernizm, tarihe mâl olmuş her şeyi kendi ‘mal’ı gibi görmeyi meşrulaştırıyor.

Neyse ki yeni uyarlama, Gretel ve Hansel, yüzlerce yıllık bir anlatının son derece modern bir estetik tavırla yorumlandığı iyi bir film olmuş. Bu durumun kendisi postmodern elbette, ama hiç olmazsa postmodernist değil.

Masalın ataerkil yapısına uygun biçimde, bu filmde de akıl veren bilge erkekler, çarpıcı bir simetride birbiriyle örtüşen cadılar ve anneler (canavar anne arketipi), “Kadınlar bilmemeleri gereken şeyleri bilir.” diyen cadılar var. Ama film, iki kardeşten kız olan Gretel’in adını ilk sıraya boşuna almadığını kısa sürede gösteriyor. Masaldaki cadı, Lilith ve Havva gibi ‘şeytani kadın’ prototipleriyle bağlantısını yitirmeden, ilelebet var olan bir korku ve nefret nesnesidir, buradaysa ‘seçilen’ bir oluş biçimine dönüşüyor. Bu yüzden abla Gretel, sürekli bir şeyler isteyen ve devamlı şikâyet eden küçük kardeş Hansel’e şöyle diyor: “Çocuk, sus! Ki kendi hikâyemi yazabileyim.” Kadınların cezalandırılması gereken cadılar olarak tanımlandığı bir dünyada bile isteye cadı olmayı seçiyor Gretel.

Cadının evinin altında, devasa bir mahzen, Hansel’in hapsedileceği sembolik bir rahim bulunur. Bu rahim ve oraya inen vajinal kanal, rüya benzeri bir sahnede Gretel’in adet kanıyla birleştirilir. Böylece, kendi kardeşinin annesi olmak zorunda bırakılan Gretel, kadınlık ve annelik kavramlarıyla farklı bir düzlemde yeniden karşılaşır. Gretel bir sahnede kardeşini evin dışına çıkardıktan sonra cadıyla şöyle dertleşir: “O tek başına olmamalı.” Cadı yanıtlar: “Ama sen olmalısın.”

Filmin finalinde Gretel Hansel’i bir ata bindirip kendi yoluna gönderirken seyirciyle şu düşüncelerini paylaşır: “Gitmesine izin vermek zor değildi. Eğer kendi yolunu bulacaksa önünde duramam, onun da benim önümde durmaması gerektiği gibi. Onun (cadının) en azından bu konuda haklı olduğunu görebiliyorum. Kendi hikâyesini bulsun, nasıl ben kendiminkini yaşayacaksam o da kendi yaşama cesaretini bulsun. İlgilenmem gereken bir gücüm var. Büyümesine yardım edeceğim, onunla ne yapacağımı bildiğime inanıyorum. Seçimin bana ait olduğunu biliyorum. Onu karanlıkla da besleyebilir, ışığa da boğabilirim.”

Böylece cadılık, kadınlar arasında irade ve seçime dayalı bir güç aktarımına dönüşür. Oluş biçimi ve kökeni sorgulanmadan yakılan cadılar masalı da yerini ‘kurtlarla koşan kadınlar’a bırakır.