Enrique Vila-Matas’ın “Kassel’de Mantık Aramak” romanında rastladım “zihinsel mesken” kavramına. Zihnimdeki o okyanus kenarındaki balıkçı kulübesini hatırlattı bana. Ne zamandır uğramamıştım oraya. Vila-Matas’ı kulübeme davet etmeyi düşündüğümden, bir temizlik yapsam iyi olacak diye düşündüm. Ama önce oraya ulaşmam gerekiyordu ki, bu oldukça zordu. Sokak ortasında öldürülen kadınlar, yükselen dolarla iyiye giden ekonomi, liderlerin peşine takılıp soyut bir dünyada yaşamayı tercih eden kitlelerin gürültülü sessizliği gibi pek çok engel… Ne olacağını kimse bimiyordu, gündem her an tam aksi yönde değişebilirdi. Ülkeler, halklar birilerinin oyuncağıydı, her şeyi en iyi bilen liderler sürekli toplantı üstüne toplantı yapıyorlardı.

Murakami ya da Djian’ın roman karakterlerini örnek almak gerekiyordu belki de, bütün olumsuzluklara ve talihsizliklere karşın o tuhaf dik duruş, uyumlu bir reddediş, büyüsü bozulmuş dünyayı büyülüymüşçesine yaşamaya devam… Rüzgâr gibi olmalı, öyle değil mi?

Okyanus kenarındaki kulübeye varmam, ancak bir tür tekneye benzettiğim şarkılar ve şiirlerle mümkün oldu. Bazen dalgaların gücüne dayanamayıp alabora oluyordu tekne… İyi yapılmış tekneler, alabora olsalar bile batmazlar, dalgalarla uyumludurlar, denizin bir parçası gibi davranabilirler. Türkçe şiir, romanlara göre daha sağlamdı bu açıdan, boğulacaksan bile dalgalara ihtiyaç yoktu, içinde olman yeterliydi.

Kulübenin olduğu kıyıya ayak basınca, içimi derin bir huzur sarmıştı, yoktu burada televizyon, felaket ve umut tacirleri. Oturup, soğuk ve sert esen rüzgâra aldırmadan okyanusu izlemeye koyuldum, daha çok bir hatırlamaydı yaşadığım.

Denize ya da dağa bakmak, hatta dağdan denize, denizden dağa bakmak neden insana huzur verir? Bunun açıklaması defalarca yapılmıştı. Melville’de de okumuştum bununla ilgili bir şeyler. Sonuçta huzur verdiği kesin, belki sonsuzluk hissi verdiği içindir. Tıkış pıkış şehirlerin insana yüklediği o ağır mı ağır yalnızlık hissinden kurtulunca... Ne tuhaf, elini sallasan elli kişiye çarparsın, ama tam da bu yüzden yapayalnız hissedersin kendini, sanki o elli kişinin yalnızlığı da yalnızlığına eklenmiş gibidir.

Edebiyatımız yaza yaza bitiremedi bu kalabalıktaki yalnızlık mevzusunu, o başka... Belki de yalnızlığın gerçekte ne olduğunu bilmediğimizden takılıp kalmışızdır bu meseleye. Belki de yalnızlık, bu topraklarda dünyanın herhangi bir yerine göre daha ağır bir şeydir, kim bilir… Anlayacağınız hiçbir şey bilmiyordum, kulübemin hâlâ yerli yerinde durduğuna bile şaşırmıştım. Bütün yolculuk boyunca, acaba orada mı diye kuşkuya kapılıp durmuştum, yabancılaşma böyle bir şey. Yabancılaşmamış insan, bu çağda bir yabancıydı asıl.

Kulübenin içi tozla kaplıydı, pencereleri kırılmış, eşyalar dağılmış... Hepsini yerli yerine koymak gerekiyordu. Hava soğuktu, şömine için kuru odun bulmak, her şeyi silip temizlemek… Bir sürü siyah-beyaz fotoğraf asılıydı kulübenin duvarlarında, zihnimde yer etmiş geçmiş anlar… Tek tek o fotoğraflara bakıp kendimi anımsadıkça kulübe temizlendi, kırık camlar değişti, şömine yandı. Vila-Matas’la pencere kenarındaki masaya oturup çayımızı yudumlayarak, dışarıdaki dev dalgaları izlemeye koyulduk. Şöyle dedi: “Belki ben de bir edebiyat adamı olduğumdan ve bu dünyada hâlâ iyimser olunabileceğine inandığımdan ben de kimi sanatçıların yanında yer alıyordum. Hayatımın bir evresinde yaptığım tercih bu yöndeydi. Kim bilir, insan arada sırada etrafını saran tuhaflıkların her zaman çok da korkunç olmadığını düşünme ihtiyacı duyuyordur herhalde.”

Anlamı çok derin sözler değildi bunlar, ama çıplak bir hakikati dile getiriyordu, hayatımızın bir evresinde yaptığımız tercihlerle ilgiliydi, yanında durduğumuz sanatçılar ve iyimserlik… Romandaki anlatıcı, öyle çok da iyimser biri değildi, özellikle geceleri pusuda bekleyen melankolisine paçayı kaptırmamak için sürekli bir çaba içindeydi. Çoğu kişi eminim bu haldeydi. Zaten Vila-Matas da, romanın bir yerinde sorumluluğu gecenin kendisine atıyordu, kendisini gerçekleştirmek isteyen geceye…

Romanı aracılığıyla sohbetimiz devam ederken, Adorno’nun “Ev bitti” sözünü düşünüyordum, gerçek yuva zihinsel meskenle başlıyordu, herkesin kendisini sürgün gibi hissettiği bu çağda…