Hikâ yesi savaş ortamında geçen korku filmleri, seyircinin beklentilerini karşılama konusunda epey avantajlıdır; savaş zaten başlı başına bir dehşet unsuruyken bir de karakterlerin korkunç şeylerle karşılaşması hem filmin etkisini arttırır, hem de anlatı düzeyinde dönemin ruhunu (zeitgeist) belirginleştirir.

Görünüşte kaynağı doğaüstü/dünya dışı olarak tanımlanan korkuların gerçekte ‘insanın insana ettiği’nden doğup geliştiğini anlatan bu tarz filmlerde, yapıldıkları dönemin sosyo-politik göstergeleri çok daha net görünür -türün iyi örnekleri için, bkz: The Keep/Kan Çanağı (1984), The Others/Ötekiler (2001), The Devil’s Backbone/Şeytanın Belkemiği (2001), Below/Diptekiler (2002), Pan’s Labyrinth/Pan’ın Labirenti (2006), Sauna (2008), The Objective/Zor Görev (2008).

Savaş korkularının içinde, 1940lardan bu yana modası geçmeyen bir alt-tür var: Zombi-Naziler. Genellikle ölüleri diriltip bir ‘ölümsüzler ordusu’ kurmaya çalışan Naziler ve onların çabasını boşa çıkaran kahraman Amerikalıların maceralarını anlatan bu filmlerin ne yazık ki çok somut toplumsal izdüşümleri var. Bunca sömürü ve talana rağmen sağcı politikaların kitlesel düzeyde kâbul gördüğü, insan aklının muhteşem gelişimine rağmen ırkçılık ve faşizmin etkisini hâlâ sürdürebildiği bir dünyada bu tür hikâyeler olacak tabii...

Bu filmlerin ilk örneği olan King of the Zombies (1941) Avrupalı bir doktorun insanları nasıl zombileştirdiğini anlatır: Pilotu ve iki yolcusuyla küçük bir uçak bir adaya düşer. Kazazedeler bir malikaneye sığınır. Malikanenin sahibi Doktor Sangre aslında vudu ayinleri yaparak insanları zombiye çeviren bir casustur. Bu yolla, aynı adaya uçağı düşmüş bir ABD’li amiralden bilgi almaya çalışmaktadır.

Pearl Harbor’dan önce, yani ABD henüz resmi olarak savaşa katılmamışken gösterime giren film sadece savaş rüzgârlarını hissettirmekle kalmaz, beyaz Amerikan ırkçılığının etkin biçimde sürdüğünü de gösterir: Yolculardan biri, beyaz efendinin uşağı/kölesi olan komik bir siyahidir. Bu köle o kadar aptaldır ki, Doktor Sangre onu zombiye bile dönüştüremez.

Zombi-Nazi hikâyelerinin şimdilik son örneği olan Overlord/Overlord Operasyonu geçenlerde gösterime girdi. 1941 tarihli öncülünden epey farklı olan bu filmde 77 yıllık değişimin izleri açıkça görülüyor: Her şeyden önce, siyahiler artık mizah unsuru köleler değil, çavuşluğa kadar yükselebilen kahramanlardır. Tabii ki siyah siyah olduğu için değil, ‘Amerikalı siyah’ olduğu için makbuldür. Film boyunca bu ‘Amerikalı siyah’ vurgusunun ‘zombi-Nazi’ kavramından daha önemli olduğunu görürüz. Naziler’in ABD askerlerinin saklandığı çatı katına çıktığı bir sahnede, evin 8 yaşındaki çocuğu onları beyzbol topuyla oyalar. Nazilerden biri çocuğa geri atmadan önce beyzbol topuna -Amerikan kültürünün ve The Shawshank Redemption/Esaretin Bedeli’nde (1994) söylendiği haliyle ‘siyahların beyazlara sopa sallayabildiği tek yer’in sembolüne- var gücüyle tükürür. Hatta filmin finalinde yer alan müzik (coşkulu blues şarkısı Mannish Boy’un hip-hop uyarlaması Bridging the Gap), kazananın siyah Amerikalılar olduğunu özellikle vurgular. Hem de sadece zombi-Nazilere değil, genel olarak ırkçı beyazların faşizmine karşı mücadeleyi!

Yönetmeni ve senaryo grubu beyazlardan oluşan bir filmde bu siyahi zaferi Trump karşıtı bir yaklaşımın göstergesi olarak okumak mümkün. Ama gelecek yıllarda gerçekleşebilecek sağlam bir anti-faşist dalganın da göstergesi olabilir mi, işte onu perde değil zaman gösterecek.