Johnny Cash 1976’da One Piece at a Time (Her Seferinde Bir Parça) adlı harika bir şarkı yaptı. Country-rock tarzındaki şarkı 1949 yılında Amerikan taşrasının kalbi Kentucky’den çıkıp otomotiv endüstrisinin merkezi Detroit’e giden bir gencin hikâyesini anlatıyordu: Tipik bir ‘hillbilly’ (kitle kültürü ideolojisine uygun bir tanımla ‘Apalaş Dağları’nda ev yapımı moonshine viskisi eşliğinde tütün çiğneyip bolca mısır tüketen eğitimsiz ve kaba Amerikan köylüsü’) olan kahramanımız, General Motors’un Cadillac üretim bandında çalışmaya başlar ve arabaya âşık olur. Lakin emeğiyle hiçbir zaman Cadillac sahibi olamayacağını anlayınca, dışarıda kendi arabasını yapmaya karar verir. Bunun için her vardiyada küçük bir Cadillac parçasını, bir vidayı, bir düğmeyi vs sefertasıyla fabrikadan tırtıklamaya başlar. Her seferinde bir parça. 20 yıl sonra nihayet o da Cadillac sahibi olacaktır. Model yılı mı? Eee, şey, şanzımanı 1953’tü, motoru ‘73; bu araba ‘49, ‘50, ‘51, ‘52, ‘53, ‘54, ‘55, ‘56, ‘57, ‘58, ‘59, ‘60, ‘61, ‘62, ‘63, ‘64, ‘65, ‘66, ‘67, ‘68, ‘69, ‘70 model bir Cadillac… Hem hepsi hem hiçbiri, kendisini üreten ‘hillbilly’nin tabiriyle ‘psychobilly cadillac’.

Şarkıda geçen bu ‘psychobilly’ (manyak taşralı) terimi, sağcı politikaların dünyayı kasıp kavurduğu 1970-’80lerde ABD ve Avrupa’da yaygınlaşmaya başlayan bir müzik akımına ilham kaynağı oldu, ismini verdi. Biraz country, biraz rock, bolca punk içeren psychobilly müzik, ihtiyacı olan kavramsal ve görsel tanımı ise zombilerde buldu. Hem grup isimleri hem de şarkıları ölümle ilintili olan grupların -Graveyard Queen (Mezarlık Kraliçesi) ile ünlenen Zombie Ghost Train, Nekromantix vd.- çoğunlukla zombi makyajı eşliğinde icra ettiği bu şiddetli müzik, üretimden yoksun, tüketim zincirine dahil olmaya çalışıp başaramayan, geleceğe hiç de umutla bakmayan, kendilerini bir zombi istilasının ortasında kimi zaman kurban, kimi zaman zombi olarak gören gençlerin ifade araçlarından biri oldu.

Toplumlar her tarihsel dönemde üretim koşullarına uygun biçimde kendi kültürünü üretir; psychobilly müzik ve zombi kültürü de 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte üretim paradigmasının yerini giderek tüketim paradigmasına bıraktığı, toplumsal dinamiklerin üretici güçlerden ‘tüketici güçler’e doğru yönlendirildiği bir dönemin en net kültürel temsillerinden biridir. Akıldışı bir refah yanılsaması ve ‘gizli sefalet’le kol kola ilerleyen kitle kültürünün her şeyi birbirine benzetme gücü sayesinde patronun kızıyla aynı marka ruju kullanan sekreterin, tamir ettiği lüks arabanın sahibiyle aynı marka telefonu kullanan asgari ücretli çırağın dünyasını zombi anlatılarından, hep birlikte hareket edip önlerine çıkanları yiyerek tüketmekten başka amacı olmayan ‘yaşayan ölüler’ metaforundan daha iyi özetleyecek ne olabilirdi ki?! Hem de fabrikaların kapandığı, kent belediyesinin bile iflas kararı verdiği sanayi kenti Detroit’in tam anlamıyla bir zombi-kente dönüştüğü yıllarda!

Bu haftanın filmlerinden La nuit a dévoré le monde/Gece Dünyayı Yuttuğunda anlatısını bunlar üzerine kuruyor. Her yıl en az bir zombi filmi görmeye alıştığımız için çok çekici değil tabii, ama bildiğimiz zombi anlatılarının tersine bu filmin kahramanı zombi öldürmemeye çalışıyor. Paris’te bir apartmana sıkışıp kalmış yapayalnız genç adam, dairelerden birinde bulduğu müzik seti ve bateri takımı sayesinde bolca punk soslu bir psychobilly müzik yaparak kendini ifade etmeye, iyileşmeye, hatta zombilerle iletişim kurmaya çalışıyor. Bunu yaparken de, tıpkı Cadillac fabrikasındaki köylü gibi, kendine yeni bir hayat montajlıyor.

Sonuç başarısızdır tabii; psychobilly çözüm değil olsa olsa anlık bir rahatlama getirir; arabanız hem vardır hem yoktur. Çözüm arıyorsanız sıkışıp kaldığınız apartmanın size dayattığı gündelik rutini -üretim/tüketim şablonlarını- reddetmeniz, konfor ve refah illüzyonunu bozup dışarı çıkmanız gerekir. Neyse ki genç kahramanımız da sonunda bunu yapar.

Böylece çözüme ulaşılır mı? Kim bilir… Ama hiç değilse yola çıkmış olur; hem de birbiriyle uyumsuz parçalarla değil, kendi elleri ve ayaklarıyla yola çıkmış olur.