Sabaha karşı… Balkondaki yazı masamın üzerinde uyuklayacakken, martılar coşkuya kapılmış koyveriyorlar çığlıklarını. Bir an onlara bakıp gülümsesem de, tam bir gülümseme olmuyor. Çünkü biliyorum ki birazdan haber ajanslarına yeni ölüm haberleri düşecek. Bazen çocukça da olsa aynı sorular dönüp duruyor zihnimde. Bu kadar hesaplı kitaplı, satranç oynar gibi hem içeride, hem dışarıda savaş çıkarmaya yönelik oyunlara kanacak insan var mı? Var diyor içimden bir ses. I. Dünya Savaşı’ndan sonra, savaşın topyekûn yıkıcılığına ve ölen milyonlarca insana rağmen yeni bir dünya savaşından kaçamamıştı insanlar, kolayca kandırılmışlardı…


“Dünyadaki birçok bilgi ve deneyim niçin yararlı, verimli olamıyor?” sorusunu Max Frisch, “Çünkü bu bilgiler kendine yetiyor ancak ve başka şeylerle ilişkilendirilebilecek güce sahip değiller” diyerek cevaplıyordu. O güç, “sevgi”den başka bir şey değildi Frisch’e göre. Daimi âşık olmak gerekiyordu, yüzünü yıldızlara değil insana dönen… Marguerite Duras’ın “Sevgili”deki “Yaşamı yaşamak zorunda bulunmanın temel utancı içinde bir aradayız” sözünü hatırlıyorum sonra. Belki de yaşadığımız pek çok sorunun temelinde bu utanç vardı, belki de sevmiyordu çoğunluk bu hayatı, yaşamak zorunda olduğu için yaşıyordu. Sitüasyonistler, “hayatta kalma hastalığı” diye tarif ediyorlardı bu zorunluluğu, köleliğin ve savaşların temel motivasyonu…


Sonra martıların güneşin doğuşunu selamlayışına bakıp hayatı bizlerden daha çok sevdiklerine inandım. Peki ben seviyor muydum hayatı? Sabahın köründe insan bu soruyu kendine soruyorsa?.. Bazen keşke Duras kadar karamsar olabilseydim diye düşünmeden edemiyorum. Seviyorum çünkü onun karamsarlığındaki hakikat inancını, rahatlığı, içtenliği, kavgacılığı… Savaş zenginlerine, çığırtkanlarına, kahramanlık taslayan katillere bakıp ölenlerin anneleri için Duras şöyle bağırırdı kesin: “Annelerimize umutsuzluktan başka hiçbir şey bırakmamış olan sizlerden nefret ediyoruz! Ölmenizi değil, yok olmanızı diliyoruz!” Ama onlar bizim yaşamdan ve birbirimizden nefret eden umutsuz çocuklar olmamızı istiyorlar. İşte bu yüzden sevgili martılar, çok istesem de umutsuz olmayı reddediyorum, çok rahatlayacağımı bilsem de yaşamdan nefret edemiyorum. Duras, bütün bu acı dolu maskaralıklar sona erdiğinde, karşımıza sadece korkudan yapılma boş kafalı adamlar çıkacağını söyler, korkuyu üretme tarihinin bir şekilde mutlaka çökeceğini…


Yeter ki insanlar, haz-kaygı-doyumsuzluk döngüsü içinde dünyayı yıkıma doğru sürükleyen bu sisteme uymaktan vazgeçsinler. Sistemin onlara uymasını sağlayacak olan siyasetin Gezi’yle dönüşünü, halkı kamplaştırmaya çalışarak önlemeye çalışıyorlardı, seçimlerden sonra da ülkeyi 90’lara döndürmek için çatışmaları körükleyerek…


Frisch’in günlüğüne yazdığı gibi, dalkavuklar çoğunlukta olduklarını görecek olurlarsa, artık dalkavukluk yapmalarına gerek kalmaz, kolektif saldırgana dönüşürler.


Birazdan ölüm haberleri ajanslara düşmeye başlar… Zaten martılar da gitti… Turgut Uyar’ın “Umut kaçınılmaz gerçektir” dizesini tekrarlayıp duruyorum, duymak bazen o kadar zor ki…