(Yalanın en büyük kurbanı, işçi sınıfı için) Her toplumda olduğu gibi dağların içindeki o ülkede de yalan, tıpkı gerçek gibi hayatın bir parçasıydı. Küçük, yalnız ve mütevazi hayatlarında durmadan abartanlar, atanlar, uyduranlar, onlarla, eve zuru kou rızneno* diye dalga geçenler hep vardı. Kürsel ısınmanın ya da dünyanın elips olduğunun inkârı, aşının hastalıkların tedavisindeki rolünün reddi, […]

(Yalanın en büyük kurbanı, işçi sınıfı için)

Her toplumda olduğu gibi dağların içindeki o ülkede de yalan, tıpkı gerçek gibi hayatın bir parçasıydı. Küçük, yalnız ve mütevazi hayatlarında durmadan abartanlar, atanlar, uyduranlar, onlarla, eve zuru kou rızneno* diye dalga geçenler hep vardı.

Kürsel ısınmanın ya da dünyanın elips olduğunun inkârı, aşının hastalıkların tedavisindeki rolünün reddi, beyaz ırkın kesin üstünlüğü gibi kaba yalanlar, artık gerçek olarak pazarlanabiliyor. Trump, günde ortalama 5.9 yalan söylüyor, Erdoğan 2 gün evvel ‘Gezi’de camilerimizi kurşunladılar’ dedi (RTE bu lafları sıkça ve çok rahat ediyor, Trump’ın bile yüzde 95 kontrolünde bir medyası yok).

Yükselen milliyetçilik, göçmen karşıtlığı, artan işsizlik ve ekonomik kriz, korku ve öfkeyi besliyor. Artık gerçeğin, bilimin, bilginin ve uzmanların değil, ‘kalabalıkların sesi’ duyuluyor. Daha doğrusu kalabalıklar adına durmadan yalan söyleyen liderlerin. Goya’nın hakikat tanrıçası Veritas’ın ölümü, gerçeğin şu anki ölümünün yanından bile geçemez. Mizahi yalan sayfası Zaytung’un, ‘dükkanı kapatması’ şaka değil.

Öyle bir zamandan geçiyoruz ki, yalan gerçeğin tahtında oturuyor, ikisini ayırmak imkansız durumda. Hakikatın çarpıtılması, yok edilmesi, yalanın egemen hale gelmesi, çağın en çarpıcı gerçeği. Buna bağlı olarak doğruyla yanlış arasındaki fark da önemsiz hale geliyor. ‘Artık gerçek yok’, ‘algı neyse gerçek o’.

Global çapta yalanı egemen kılmak için akla, bilime, hakikate açılan bu savaşın bir sebebi var. Hakikat çünkü, demokrasinin ve özgürlüğün temelidir. Açık tartışma, olgulara, akla ve bilime dayalı müzakerenin getirdiği gerçekler var. İşte bu gerçekler, ülkeleri yöneten soyguncu partilerin, liderlerin işine hiçbir zaman gelmez.

Türkiye’ye gelince, siyasal dincilerin mayası zaten yalan üzerine kurulu. Takiyye denen bir sözcükle, bunu dini kılıfa da sokmuşlar. Daha 2 gün evvel YÖK, ‘toplumsal cinsiyet eşitliği, bizim anlayışımıza uymaz’ diyerek üniversitedeki köklü bir programı iptal etti (Naziler’e göre ‘bilim’ diye bir şey yoktu; ‘Alman Bilimi’, ‘Yahudi Bilimi vardı’). ‘Domates-soğan terörü’ lafının arkasında kendilerinin yarattığı ekonomik krizi perdeleme hedefi var. Dış politikanın istihbarata, okulların imam hatip’e, üniversitelerin hocasızlığa (barış imzacılarının tümünün ihracı) mahkum edilmesinin temelinde de, yalanı egemen kılma amacı yatıyor. Yalansız çünkü, bu soygun, sömürü ve talan düzenini kimseye yutturamazlar (Türkiye’de günde ortalama 5 işçi, ‘iş kazaları’nda ölüyor, sessiz sedasız her gün defnediliyor işçiler).

2002’de AKP geldiğinde muhalefete hakim hava ‘bir kaç ay dayanamazlar’ şeklindeydi. Çok sayıda insan, Erdoğan’ın ülkeyi yönetemeyeceği, ‘hatta muhtar dahi olamayacağı’ iddiasındaydı. Bazıları, ‘iktidara gelsinler, aşırı söylemlerden vazgeçerler, iktidar olanaklarıyla yumuşarlar’ havasındaydı. 1933’te Hitler iktidara geldiğinde de siyasal hava tam bu şekildeydi. Naziler Zweig’e göre, ‘taktiklerini özenle uyguladılar, küçük bir doz, ardından duraklama, minik dozlara devam ve ilacın gücünü görmek için gözlem’ yaptılar. Türkiye’de de -ne tuhaftır ki- son 17 yılın özeti tam da budur.

Hitler’in yalanları, 1942’de öyle bir boyuta ulaştı ki, sonunda anlamını yitirmeye, tamamen etkisiz kalmaya başladı ve nihayetinde amacının tam tersi bir etki yaratır oldu’ (Mıchıko Kakutanı, Hakikat’in Ölümü). Bizim oralarda, çok eskilerde, sürekli atılan yalanlara karşı bilgece edilen söz de hemen hemen aynıydı: Kes çê ho zuru ra nêvırasto.

*Zur: Yalan, Eve zuru kou rızneno: Yalanla dağ yıkılır. Kes çê ho zuru ra nêvırasto: Hiç kimse evini yalanla kuramaz.