Pazar günü yeniden sandığa gidiyoruz. Türkiye’yi kimler yönetecek sorusu, 7 Haziran seçimlerini de hesaba katarsak uzunca bir zamandır gündemimizde. AKP’nin içeride ve dışarıda savaş konjonktürü, her yurttaşın artık öncelikli sorununun can güvenliği olmaya başladığı bir yaşamı dayatıyor. Bunu yanında iş-aş-geçim meselesinin gün geçtikçe daha büyük bir dert haline geldiği, hiçbir hukuki koruyuculuğun kalmadığı-kişilerin işlerine gerekçesiz son verildiği, oturdukları evlerin önüne sabahın erken saatlerinde dozerlerin dayandığı, artık kimsenin yaşamaktan keyif almadığı, hayatta kalabilmenin şans sayıldığı bir süreç tüm karanlığıyla ortada.

Şüphesiz böylesi bir ortamda değişimi neredeyse herkes istiyor. Asıl mesele değişimin ne yönde olacağına dair…

•••

Türkiye’de özellikle son dönemde kendisini “kaygılı” hisseden sermaye örgütleri sertleşen küresel rüzgârlara karşı setlerin daha sağlamlaştırılması yönünde “reform” çağrısı yapıyor. Bir anlamda “reformlar hükümeti” algısı üzerinden 2002’de iktidara taşıdıkları AKP’nin ancak bir süre koruyabildiği ılımlı İslamcılıkla sentezlenmiş neoliberal dönüşümcü karakterinin artık yitirildiği kanısı hakim. Yönetebilme gücünü yağma ve talan ekonomisiyle kayırmacı bir hatta sürdüren AKP’ye yönelik kaygı da tepki de bu kesimde hiç olmadığı kadar yüksek. Bu hat üzerinde sürecin bir parçası olarak gelişen toplumsal yaşamın İslami faşizm ile ablukaya alınmış olması, elbette bu kesim açısından mesele değil, lakin sorun devleti elinde tutarak yasal sınırların dışına çıkan Saray’ın “ortak aklın” dışına taşıyor oluşu.

•••

Talepler ise net: düzenin anayasal sınırlara çekilmesi, sermayenin TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Cansen Başaran Symes’in değişiyle ‘önünü görebilmesi’ için burjuva hukukunun yeniden tesis edilmesi, küresel sıcak para akışının önüne geçecek her tür “kaotik” süreçlerden çıkılarak ‘istikrarın’ yeniden inşa edilmesi.
İktisadi anlamda bu taleplerin gerçekleştirilmesi, 2001’de Derviş teknokrasisine benzer bir geçiş dönemine muhtaç. Bu nedenle sermaye örgütlerinin, 7 Haziran’da olduğu gibi 1 Kasım’da da ABD ve uluslararası sermayenin de bulunduğu koalisyon seçeneği noktasında pozisyon aldıkları ortada.

Reforme edilecek hiçbir iyi şey yok Türkiye’de!
AKP-Saray Rejiminin gelişim dinamiklerine bakıldığında yukarıda bahsettiğimiz “istikrar”, “güven”, “güçlü ekonomi” ifadeleri zaten sıklıkla görülür. Bu ifadelerin, AKP’yi iktidara taşıyan ‘ortak aklın’ bugüne dek emek ve doğa üzerinde sürdürdüğü yıkımın makyajı olduğu artık herkesçe bilinen bir gerçek. Bugüne kadar insanlık açısından son derece yüklü maliyetleri ortaya çıkaran deneyimler bu gerçeğin anlaşılmasında rol oynadı. Yeniden istikrar raylarına oturtulması istenen düzen de, insana yakışır iş üreten, salt kâr için değil- toplumsal ilerleme saikleriyle yeni teknoloji üretmeyi hedefleyen, bu amaçlar için kendini bilime ve özgür düşünme olanaklarına muhtaç hisseden bir düzen değil. Bu düzen, ne ve kimin için nasıl üretileceği, nasıl bölüşüleceği sorularını tek cevaplama yetkisini kendisinde gören, kendisini küresel spekülatif saadet zincirine emek ve doğa üzerinden elde ettiği artığı büyüttükçe ekleyebilen, bunun yöntemini de sanayiyi sığlaştırarak, inşaat ve kent rantlarıyla ülkeyi şantiyeye dönüştürmede bulan bir düzen.
Lafın kısası, bu düzende reforme edilecek bir şey yoktur. Doğası, yaşam alanları, üretici güçleri tahrip edilmiş, bunun üzerinden yağma ve talana dayalı bir zenginleşme yaratılmıştır. Bu zenginlik altında kalan en geniş kesim, bu yağmacı düzenin işsizlik ve borç kamçısıyla kırbaçlanan emekçiler olmuştur.

•••

İktisadi açıdan gelecek günler, küresel kapitalizmin ritmi açısından Türkiye için çok olumlu değildir. Saray erbabı içinde yer almayan ve gidişattan “kaygı” duyan sermaye kesimlerini tedirgin eden nokta ABD faiz artışı, Çin’deki yavaşlama, AB’deki durgunluk gibi faktörlerle dışa bağımlı ülkeler açısından son derece ürkütücü olan kapitalist sistemin seyridir. Artık ucuz kredi bulabilecekleri dönem bitmiş, küresel arenada Trans-Atlantik, Trans-Pasifik gibi ikili-çoklu ticaret ve yatırım anlaşmalarıyla pay kapma yarışı hızlanmış ve Türkiye tüm bunların gerisinde kalmıştır.

Evet belki seçimlerle bu tren bir şekilde yakalanabilir… AKP’nin parlamentoda geriletilmesi ve bu kez bir hükümetin oluşturulması mümkün olabilir. Oluşan hükümet, emeğiyle geçinenlerin ekonomik ve sosyal kazanımlarında bir iyileşme yaratabilir. Bunlar ihtimaller… Ha bu ihtimaller birkaç maddi kazanım dışında neyi ne kadar değiştirir? Nasıl yönetileceğimizden tutun da ekonomik süreçlerin nasıl örgütleneceğine ilişkin karar süreçleri birdenbire aşağıdan yukarı demokratik işletilmeye başlar mı? En basitinden önceki gün emekli maaşını bankadan alamayan Tuncay Koçak’ın derdi biter mi?
Cevabı yeniden bir soruyla vereyim: Zaten üzerinden düşmeden önce bindiğimiz tren bizi bu hale getirmedi mi?