Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM), Ekim ayı dış ticaret rakamlarını açıklarken, başlığına “TİM, ihracatta umutları 2016’ya taşıdı” ifadelerini taşımış. Bu umudun verili düzen içinde fantastik bir bekleyişten ibaret olduğunu buradan kendilerine hatırlatalım.

Neden mi?

2015 Ocak-Ekim arası veriler, son dört yılın aynı dönem aralıklarındaki en düşük ihracat değerlerine işaret ediyor. Üstelik bu veriler, TL’nin görece daha az değerli olduğu, ihracatçı açısından rekabetçi kur fiyatlarının geçerli olduğu ortamda oluşuyor.
Tablo bugünkü gelişmeler açısından beklenilen sonuçları veriyor, şaşırtıcı değil…

Bugün genel olarak toplam ihracatın %93-94’ünü imalat sanayii ürünleri oluşturuyor. Yüksek teknoloji ürünlerinin imalat sanayii ürünleri ihracatı içindeki payı yüzde 3’lerde, ithalatı içindeki payı ise yaklaşık yüzde 17,5 seviyesinde gerçekleşiyor. Ocak-Eylül dönemlerinde geçen yıla göre bu yıl ileri teknoloji ürünlerinin payının ithalat içinde arttığını, imalat içindeki payının ise kımıldamadığını görüyoruz. Yıllara göre bu analizi daha geniş bir zaman dilimine yaydığınızda da sonuç aynı, yani orta-düşük teknoloji düzeyini yeterli gören, gelir artırıcı, istihdam ve eğitime yol açacak bir üretim perspektifinden yoksun üretim yapısı.

Şimdi bu veriler doğrultusunda ihracattaki gerilemeyi sadece küresel durgunlukla açıklamaya çalışan ve kendi politikalarından soyutlayan AKP yönetimine şunu sormak gerekiyor, “ileri teknoloji odaklı ihracat gerçekleştiren ülkelerin dış ticaret performansları bu küresel durgunlukta artabiliyor ve üstelik gıda ve emtia fiyatlarındaki gerileme avantaja dönüşebiliyor da, Türkiye neden yere çakılıyor?”

Durum özetle şundan ibarettir; Türkiye’den mal alan ülkeler aynı malı B ülkesinden veya C ülkesinden de kolayca temin edebiliyorlar. Çünkü Türkiye, düşük teknolojili, katma değer yaratmayan, kolay ikame edilebilen ürünler ihraç ediyor. Kriz veya herhangi bir dış şok haricinde ihracat performansı, ihraç ettiği ürünlerin üretim maliyetlerine dayalı gerçekleşiyor. Yani ucuza ürettikçe anca ihraç edebiliyor. Peki, maliyeti nereden kısacak?

Elbette emek maliyetlerini düşük tutarak kısmaya çalışıyor, yapı sayesinde sanayici burada rekabet ediyor çünkü. En büyük maliyet kalemini de ithal girdiler, yani dışarıdan tedarik edilen makine-teçhizat, ara malı, yarı mamul, enerji gibi üretimin büyük bir kısmını oluşturan hammadde ve ara girdiler oluşturuyor. İhraç ürünlerin üretimi yüzde 60-70’leri bulan ithal girdilerle gerçekleştirildiği için, sıcak para girişleriyle dövizin bol ve ucuz olduğu zamanlarda “dışa bağımlılık artıyormuş” umursamadan coşkuya kapılan sanayiciler, herhangi bir para çıkışında da maliyet kaynaklı kaygıya tutuşuyorlar.

Asgari ücret meselesini kurnazca kapatıyorlar
İşte bu kaygı, bugünün bir başka gündemi olan “asgari ücretliye seçim öncesi verilen sözlere” ilişkin patronların endişelerinin de kaynağını oluşturuyor. Diğer partilerin asgari ücret vaatlerinin altında kalmak istemeyen ve seçim döneminde “nasıl olsa yerler” mantığıyla 1300 lira asgari ücret propagandası yapan AKP, kurnaz bir yöntemle A. Babacan aracılığıyla önce inkara çalıştı, şimdi de M. Şimşek aracılığıyla topu patronlara atarak gündemi çıkmaza sürüklemeye çabalıyor. Verdiği sözün üzerine yatan ve topu patronlara atan AKP, hem bu sayede “ben istedim ama patron yapmadı” demeyi, hem de patronların işçilerin üzerine “yüksek ücret mi, iş mi?” tehditleriyle yürümesine yol vermeyi planlıyor. Deneyimlerle sabit… Bir anlamda bu gündemi patronların üzerinden götürerek, işçileri yoksullukla-işsizlik arasındaki bir tercihe zorlayacak, sindirecek ve konuyu da bir güzel kapatacak. Plan bu.

Türkiye’de özellikle ekonomik alandaki meseleleri ne birbirinden ayırabilmek, ne de kaynaklarını sorgulamadan çözebilmek mümkün. Çağdışı kalmış, küresel üretim zincirlerine ucuz emek halkası olarak eklemlenmiş olan bu üretim yapısı çözülmedikçe, ekonomi krizlere karşı en riskli unsurları taşımaya devam edecektir. Bu yük ise işçinin, emekçinin omuzlarındadır. Nasıl mı aşılır? Yol yöntem bellidir ve hep birlikte tartışmaya muhtaçtır. Ama “nasıl aşılmaz?”ın cevabı tektir: Bilimi ve teknolojiyi esas almayan, yerli yatırımcıyı müteahhit veya banker olmaya özendiren, ülke kaynaklarını toplumsal faydaya göre değil, Saray ve çevresinin çıkarlarına göre değerlendiren, sendikaları işlevsizleştirirken bir de üstüne işçilerin hakları ve güvencelerinin korunmasına yönelik hukuki düzenleme ihtiyacını görmezden gelen bir anlayışla asla aşılamaz, anca daha da geri gider.