İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi geçtiğimiz günlerde acı bilançoyu yayınladı. Yayınlanan rakamlara göre, AKP’nin 12 yılı 14 bin 455 işçiye mezar olmuş durumda. 2003 yılında ölen işçilerin sayısı 811 iken 2014 yılının ilk 10 ayında bu dehşet rakam 1600’e çıkıyor.

14.500… yani neredeyse İstanbul’un Adalar ilçesine denk bir nüfusu yitirdik. Daha bilmediğimiz kayıtdışı olarak çalışan ve kayıtlara geçmeden ölen nice işçinin olduğunu da biliyoruz.

Ölüm çukurlarına dönüştürülmüş, işyeri değil adeta can pazarından ibaret madenlerin önünde yankılanan feryatları duyuyoruz; “Çalışmak zorundayım!”, “Başka bir iş var mı ki çalışayım!” gibi. Lakin içlerinden biri dikkatlerimizden kaçmamalı: “Borçlarım var çalışmam lazım!.”

İşsizliğin her daim yüksek ve kronik olduğu kapitalizme bağımlı neoliberal ekonomilerde işsizlik, aynı zamanda işçileri hakim sınıfın “ucuza ve kendi istediği koşullarda” çalıştırmasının da bir baskı aracıdır. Türkiye’de bu baskının bir de borç kamburu eşliğinde derinleştirildiğini görüyoruz.

Düşük gelirliyi, bir bütün olarak emekçi kitleleri borçlandırmak, hiçbir zaman sadece tüketimi desteklemekten ibaret değildir. İktidar ve temsil ettiği sermaye açısından inşa edilen sistemle sınıfın kurduğu ekonomik bağları sürekli kılma çabasına dönük bir işlevi vardır. Borçlanmak her şeyden önce borçlanan açısından bir tür üretim ve tüketim dolaşımının içinde kalacağına dair verilen bir taahhüttür. Dolayısıyla yüksek işsizliğin kalıcı halde olduğu bir düzende işçiyi, ‘sunulan’ işlere razı etmenin formülü sadece karın tokluğu vaadi değil-borçla dayatılmış bir esareti var etmeye de dönüktür.

İşte ikinci bir bilanço olarak bu esarete ilişkin rakamlar da önümüzde; 2002-2013 yılları arasında ücretli kesimin borçları 64 kat artmış. Geliri 1000 TL’ye kadar olan yani çoğunlukla asgari ücretlinin oluşturduğu kesimin borcu bu dönemde 21 kat artıyor. Bu fahiş artışların yaşandığı borçlandırma mekanizmasının, işçileri-emekçileri ne kadar süreyle rehin aldığına bakıyorsunuz manzara yine feci: Asgari ücretlinin borç dağılımı ortalama 3 yıl gibi uzun bir vadede yoğunlaşıyor.

Hal böyleyken güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasıyla sınıfın daha da borç batağına itilmesi durumunun birbirinden bağımsız olmadığının altını bir kez daha çizmekte fayda var.

Güvencesizliğin nedenleri, yaşanan iş cinayetlerinin ardındaki meselenin aslı gayet açık ve net;

AKP, siyasal geleceği için çok önemli bulduğu ekonomik büyümeyi küresel sermayeyle bütünleşmiş sermaye kesimiyle kazan+kazan ilişkisi içerisinde yaratıyor. Emekçilerin kazanımlarını, halkın birikimlerini, yaşam alanlarını topyekûn sermayenin kâr hırsına teslim ediyor, yer açtıkça-imkân sağladıkça bu kesimlerden ve bu kesimi temsil eden küresel kurumlardan destek kazanıyor. Tipik bir rant mantığı içerisinde süren bu yağmalama ve talan seferberliğini, ele geçirmiş olduğu devletin tüm olanaklarıyla yasal meşru zeminlerde kalıcı kılıyor. Dahası bu zeminlerde kârın artması, kazançların cezbedici hale gelmesi için ekonomik yapıyı değiştiriyor/dönüştürüyor: Tarım alanlarını imar rantlarına açıyor, sanayi üretimini küreselleşmiş üretimin taşeron uzantısı haline getiriyor. Üretim ilişkileri ve istihdam koşulları da böylesi bir dönüşüme hem bir yandan eşlik ediyor, hem de bir yandan bu zemini uluslararası arenada ‘rekabetçi” kılacak bir ucuz işgücü vesilesiyle AKP’nin en önemli hedeflerinden biri haline dönüşüyor.

Sonuç olarak tarım ve sanayinin gerilemesiyle, kadın- erkek, vasıfsız veya yarı-vasıflı, genç veya çoktan emeklilik yaşı gelmiş geniş bir emekçi kitlesi, maden, inşaat, turizm, hizmetler, gibi emek-yoğun sektörlerde birer ucuz işgücü ordusu olmaya itiliyor. Artan işsizlik ve hayat pahalılığı üzerlerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Ücretlerin düşüklülüğünü, sigortasızlığını, güvencesizliğini sineye çekerek, hatta ölümle dahi burun buruna çalışmaya zorlanıyorlar.