Toplumsal açıdan, sosyal, siyasi ve ekonomik tahribatı bu denli net ortaya dökülmüş AKP’nin başındaki RTE’nin kendini Cumhurbaşkanı adayı olarak göstermesi, bugüne kadar neden olduğu sonuçların bir kısmına yeniden değinmeyi adeta zorunlu kılıyor.

AKP bir yanıyla Haziran direnişiyle birlikte yitirdiği yönetme kabiliyetini baskı ve zor gücüyle restore etmeye çabalarken, bir yanıyla da iktidara gelirken tam destekle arkasında duran liberal-muhafazakar sermaye çevresinin daha fazla kuşku ve kaygıyla baktığı bir eksene yöneliyor. Ekonomideki zafiyetleri artık yönetemiyor, ABD ve AB’nin yeni yönelimlerine ayak uyduramıyor, bugüne kadar ekonomide dışa bağımlı ve borca dayalı büyüme yapısının sonuçlarıyla artık baş edemiyor.

Toplumsal açıdan, sosyal, siyasi ve ekonomik tahribatı bu denli net ortaya dökülmüş AKP’nin başındaki RTE’nin kendini Cumhurbaşkanı adayı olarak göstermesi, bugüne kadar neden olduğu sonuçların bir kısmına yeniden değinmeyi adeta zorunlu kılıyor.

Öncelikle büyüme denen olgunun, egemen söylemin aksine AKP döneminde, ayak uydurulan neoliberal döneme de paralel geriye gittiği açıkça görülmektedir.

Büyümenin bileşenlerine bakıldığında, dışa bağımlı üretim yapısıyla giderek niteliksizleşen sanayi üretiminin büyümeye katkı sunmadığı, tarımsal üretimin adeta yıkıma uğradığı; büyümenin asıl lokomotifinin finans ve inşaatın başını çektiği hizmetler sektörü olduğu görülmektedir. 2002’den 2013’e %32 gerileyen tarım karşısında taşeron sanayinin büyümeye ayak uyduramayarak yerinde sayması, hizmetlerin ise %7 büyümesi ve faiz-borsa-kar döngüsü üzerinde şişen finansın %61 büyümesi söz konusu. AKP’nin sermaye birikim rejiminin finans ve hizmetler üzerinde yoğunlaşmasının ise öne çıkan iki temel sonucu var: (I)Bu sektörlerin pekiştirdiği güvencesiz ve esnek çalışma (II) Katı olan her şeyi buharlaştıran finans ve toplumu nefessiz bırakarak, yaşamı değersizleştirerek her alana bir rezidans diken inşaat-yağma ve talan.

Artık her mahallede, küçük esnafın yıllardır karnını doyurduğu işyerlerinde yıkım kaygısını büyüten inşaat sektörünün bir devlet politikası haline gelmesi, burada yaratılan karın finans piyasalarını beslemesi ve buradan doğan karların bir kısmının yağma ve talana geri dönmesi üzerine sürdürülen mekanizmanın sürdürülemez olduğunu geçen hafta bu köşede dile getirmiştik. Ekonomide oluşan göçüklere bu hafta da bu mekanizma odaklı yapıya uyumlu hale getirilen ve kırmızı alarm veren sanayi ile devam edelim.

Geçtiğimiz günlerde İSO tarafından açıklanan  Türkiye'nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu araştırması, Türkiye'nin “dev” şirketlerinin borç/özkaynak oranının son 10 yılın zirvesine çıkarak yüzde 132,4 oranına yükseldiğine işaret ederken, ilk 500 içinde bilançosunu zararla kapatan şirket sayısı 63'den 129'a çıktığını ifade ediyordu. Aynı zamanda

İSO başkanı E. Bahçıvan, “son 10 yıldır bu kadar yüksek zarar eden şirket sayısına ilk kez rastlıyoruz” diye yorumluyordu durumu.

2001 yılından itibaren sanayinin büyüme içindeki payının 1998 yılında yüzde 23,6 iken, bu 16 yıl içinde sürekli bir düşüşle 2012 yılında yüzde 15,5'e düştüğü ve 2013 yılında da yüzde 15,3 olarak gerçekleştiği açıklanan rakamsal veriler arasında.

Bu veri setlerinin de işaret ettiği gibi sanayi kan kaybediyor. Sanayi kan kaybettikçe istihdam da formel sektörlerden inşaat ve hizmetlerin turizm kolu gibi enformel sektörlere kayıyor. Güvencesiz ve patronun keyfi esnekliğine mahkum edilen işgücünün- (geniş tanımlı/DİSK-AR)- boyutlara varan işsizlik tehdidiyle de- düşük ücretle çalıştırılması bu sektörleri karlı kılan faktörlerden biri oluyor.

2001 yılında ülke ekonomisine devşirdiği IMF’nin neoliberal paketiyle yaşamımıza giren ve bugün RTE’nin alternatifi olarak E. İhsanoğlu’nu CHP’ye kendisinin önerdiğini belirten K.Derviş, hatırlanacağı üzere yüksek faiz ve düşük kur politikası üzerinden ülkeyi küresel sermayeye fahiş rüşvet veren sıcak para cennetine çevirmişti. Kriz yılları olan bu dönemde iktidara gelen AKP, bu cennetin yarattığı büyüme grafiğini kendi siyasal başarısı haline dönüştürdü. Ardından 2008 krizi ve zikzaklar çizen bir ekonomi grafiği izlense de, nihayetinde bugün gelinen sonuç bu cennetten hormonlanan tüm makro dengelerin patlamak üzere olduğudur.

Artık önümüzdeki dönemin küresel sermaye bolluğu dönemi olmadığı ABD’den ha geldi ha gelecek diye beklenen faiz artırımlarıyla da tescillenmiş durumda. Böylece borçla ancak sürdürülebilir kılınan sanayinin gireceği patika da ortada. Kaldı ki konut balonu, rant yatırımcısının azalan ilgisi, bugünün verileriyle bu patikayı işaret ediyor. Böylesi bir durum 2001’i anımsatıyor ve K. Derviş’in adayı da böylesi bir dönemin eğilimine denk düşüyor.