‘Dolunay Katilleri’ filmi, sadece bir suç hikâyesi olmanın ötesinde, Batı tarihinin ve değerlerinin kökenlerine dair daha geniş bir tartışmayı da beraberinde getiriyor.

Amerika yerlilerinin sesi: Dolunay Katilleri
Fotoğraf: IMDb

Martin Scorsese'nin yönetmenliğini üstlendiği “Dolunay Katilleri” (Killers of the Flower Moon), Leonardo DiCaprio ve Robert de Niro’nun başrollerde olduğu, Amerikan tarihinin karanlık bir dönemini perdeye taşıyor. Cannes Film Festivali'nde büyük beğeni toplayan, Osage katliamlarını ve bu olayların Amerikan toplumundaki yankılarını işleyen film, 1920’lerin başında, Oklahoma'da Osage yerlilerinin petrol zenginliği nedeniyle yaşadıkları trajediyi anlatıyor.

Filmde dönemsel sahneleme ve mizansen oldukça sade tutulmuş. Hikâyeden rol çalan hiçbir abartıya yer verilmemiş. Bunların her birinin bilinçli olarak tercih edilmiş olduğunu unutmamalısınız. Evet söz konusu Martin Scorsese olunca çoğu izleyici görsel olarak daha çarpıcı bir film bekliyordu. Rodrigo Prieto'nun sinematografisi çok başarılı olsa da Scorsese filmlerinden alışık olduğumuz görsel etkileyicilik yoktu çünkü dehşete düşüren olay örgüleri ardı ardına soluksuzca akmaya başladığında ne yönetmenin ne de hikâyenin buna ne zamanı ne de niyeti vardı. Çünkü filmin esas amacı ardı ardına sıralanan olayların tarihi gerçekliğini mümkün oldukça çok insanın hafızasına ulaştırmak. Robbie Robertson'ın müziklerinin görsele arka çıkan işitsel bir şölen sunduğunu söylemeden edemeyeceğim. Thelma Schoonmaker'ın kurgusunun karmaşık hikâyeyi akıcı ve etkileyici bir şekilde sunduğunu da gözden kaçırmamamız gerektiğini düşünüyorum. Filmin diğer kahramanlarına bakacak olursak Leonardo DiCaprio ve Robert de Niro’nun tüyleri diken diken eden oyunculukları ile onları ne kadar övsek yetmeyecekmiş hissi ağır basıyor bende. Sadece şunu söylemek istiyorum, gördüğünüz gibi ikisi de sinema için çok büyük isimler ve bu iki sevilen oyuncunun Amerika yani kendi ülke tarihlerinin en kötü karakterlerini sakınmadan canlandırmaları nasıl takdir edilesi bir karar anlatamam. Açıkçası her yiğidin cesaret edebileceği, en azından kabul edebileceği bir şey değil. Bu açıdan Scorsese için düşündüğümü bu iki isim için de söyleyebilirim. Bu filmi kariyerleri için yapmadıkları benim için çok net.

EN KÖTÜ SUÇLARDAN BİRİ

Scorsese dışında filmin senaryosunu yazan isimler arasında Amerikalı senarist Eric Roth’un yer alması çok mühim. En İyi Uyarlama Senaryo dalında Akademi Ödülü'ne altı kez aday gösterilen, Forrest Gump filmi ile Oscar ödülünü alan yazarın aday olduğu diğer filmlerden bazılarını, The Insider (Köstebek), Munich (Münih), The Curious Case of Benjamin Button (Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi), A Star is Born (Bir Yıldız Doğuyor) ve Dune olarak sıralayabilirim. Senaryoda ismi geçen diğer isim ise The New Yorker yazarı gazeteci David Grann. Grann aslında her şeyi başlatan isim. 2014’te, Amerikan tarihindeki en kötü suçlardan biri olarak kabul edilen Osage cinayetleri hakkında yeni bir kitap üzerinde çalıştığını söyledikten sonra “Killers of the Flower Moon: An American Crime and the Birth of the Flower Moon” adlı kitabını yayımladı. 2017 Ulusal Kitap Ödülü'nün finalisti olan kitap, New York Times'ın en çok satanlar listesinde de 1 numara oldu ve sonunda da Scorsese tarafından beyazperdeye aktarıldı.

İNSANLIĞA HEDİYE

Dolunay Katilleri, yönetmenlik açısından sinema tarihinin unutulmazları arasında yer alamayacak bir film olsa da, anlattığı hikâye ile sinema dünyasında kendine özgü ve unutulması güç bir yer edinecek ve Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Film Arşivi’nde yerini alacaktır. Filmde, Mollie karakterine çok sağlam bir şekilde bağlanan ve tutkulu bir performans sergileyen Lily Gladstone’un Cannes Film Festivali'ndeki basın toplantısında söyledikleri çok önemliydi. Genellikle duyulmayan Amerika yerlilerinin hikâyelerini anlatma çabasına odaklanan filmdeki hikâyeleri anlatmaya çalışan ve sesini duyurmaya çalışan yerli toplulukların genellikle göz ardı edildiğini vurguladığı bu konuşması, Scorsese’nin bu filmi, bu önemli hikâyeleri geniş bir izleyici kitlesine ulaştırma amacı güttüğünün de kanıtıydı adeta. Ve bu bağlamda, sadece bir tarihi dram olmanın ötesinde, unutulmuş veya göz ardı edilmiş bir topluluğun sesini duyurma çabasına önemli bir katkı sağlayan filmle karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekiyor filmi değerlendirirken. Maalesef ki tarihe ve insanlığa hediye olarak görmemiz gereken bu filmi Türkiye vizyonunda sadece 78 bin kişi izlemişti. Ekonomik sebeplerle sinemada izlememiş olanları tenzih ederek söylemeliyim ki bu büyük bir ayıp bence. O yüzden film 5 Aralık’ta dijital vizyona girer girmez hakkında yazmak ve bu filmi sizlere ulaştırmak için sabırsızlandım.

OSAGE HİKÂYESİ

Filmle ilgili daha derin bir anlayış kazanmak isteyen izleyicilere, David Graeber ve David Wengrow'un “The Dawn of Everything: A New History of Humanity” kitabını okumalarını öneririm. Kitap, Osage toplumunun hikâyesini ve Batı düşüncesindeki yerli kültürlere olan etkileşimin rolünü detaylı bir şekilde ele aldığından izleyicilere, filmi izledikten sonra bu konular üzerine daha fazla düşünme fırsatı sunabilir. Batı merkezli tarih anlatımının eleştirel bir değerlendirmesini sunan kitap 1600-1800 yılları arasında Avrupa'daki kültürel gelişmelerin aslında Amerika'ya giden sömürgecilerin yerli kültürlere olan hayranlıklarından ve bu kültürlere öykünmelerinden kaynaklandığını ortaya koyuyor. Bu kitaptaki Osage kısımları ki genel olarak kitabın yan argümanlarından biri de bu zaten; özetle bizim aydınlanma değerleri olarak tarihte anlattığımız, Batı merkezli duruş, o dönemi sanki kültürün kendi içinden çıkan bir gelişme ve ilerleme olarak anlatıyor olsa da, aslında o dönem Fransa’da, İngiltere'de konuşulmaya başlanan 'özgürlük', 'otonomi', 'bilimsellik', 'objetkitivite' gibi fikirler aslında Amerika'ya giden misyonerlerin orada gördükleri kültürlere öykünmesinden kaynaklanıyor. İngiltere'de değil Fransa'da daha çok olmasının sebebini, gene çok vahşi ve utanmazca olsa da Fransızların biraz daha ticaret ve etkileşim üzerinden kıtaya yaklaşması olarak bulabiliriz. Elbette bu benim yorumum. Ancak İngilizlerin sömürgecilik tarzının ‘acaba anlamaya çalışsak mı?’dan ziyade, bir sorun çıkarsa öldürelim ya da birbirlerini öldürtelim üzerine kurulu olduğunu inkâr etmek de biraz güç. Tartışmaya ve tarih okumalarına katkı sağlayacak bu perspektif bile 'Killers of the Flower Moon' filminin, sadece bir suç hikâyesi olmanın ötesinde, Batı tarihinin ve değerlerinin kökenlerine dair daha geniş bir tartışmayı da beraberinde getirdiğini gösteriyor bana kalırsa. Bu filmi izlemenizi ciddi bir şekilde tavsiye ediyorum.