Yaşamak nasıl gidiyor? Özellikle de vatandaşına hayatta kalmayı yaşamak olarak kabullendirilmeye çalışan bir coğrafyada? Her gün daha da dibe doğru batan bir enkazın içinde, hava dolu alanlar bulup, oralarda nefes alarak biraz daha yaşamını sürdürmek, her gece “Acaba deprem olur da, evimiz başımıza mı yıkılır?” diye düşünmek. Ya da “Deprem olsa zaten ilk üç gün gelen giden olmaz” diye endişelenmek mesela. Moral verici, motive edici, hayata bağlayıcı değil mi?

Vahşi yaşamda canını korumaya çalışan hayvanlar gibiyiz. Tabii hayvanlardan biraz farkımız var. Biraz okuma yazma biliyoruz, hayvanlardaki gibi eşit de değiliz. Kim güce daha yakınsa o daha eşit, adalet yok, özgür düşünce yok, keyif yok bizim hayatlarımızda. Her güne öfkeyle ve yılgınlıkla başlamak da çok keyif verici bir tarz.

Çok nadir bir ülkeyiz. Yıllardır çözülememiş problemlerimizin üzerine her gün daha eski problemler çözülememeye başlıyor, uzay - zaman dokusuna inatla uzayda ilerlerken, zamanda nasıl oluyorsa geri düşmeyi beceriyoruz her seferinde. Bilim, sanat filan zaten çok sevmiyoruz. Öyle şeylere ayıracak zaman ve ilgimiz de yok. Dizilerimiz var neyse ki, toplumca ekran karşısında kurgu hayatlara sinirleniyor, seviniyor ve yükseliyoruz. Öyle bir eşitsizlik betonu içindeyiz ki, artık neredeyse herkes ne tutturabilirse kaptırmaya çalışıyor. Nasıl olsa, yanlış yok, kanun yok, kural yok. Anlamsız yaşamlarımız her geçen gün daha da anlamsız, yaşanmayacak yeni alt seviyeleri zorlarken, kendimizi kurtaramadığımı bir kapana yakalanmışcasına, kan vererek günden güne sona yaklaşıyoruz gibi hissediyorum çoğu zaman.

Neredeyse okuması yazması olmayan adamlar tarafından “idare edilmek” zaten, bir coğrafyada hapse girmeden yaşayabileceğiniz en büyük tutsaklık hislerinden biri olmalı. “Proğram, demokrağsi, oparasyon” diyen; ülke isimlerini bile doğru dürüst bilemeyip “Urkanya, Amarika, Ukranya” diyen adamlar, geleceğimiz hakkında ileri geri ve bolca yanlış içinde kararlar verirken, sanki çok kötü bir arabada, çok kötü bir şoför tarafından, çok kötü bir yolda, çok pahalıya ömrümüzün sonuna yolculuk yapıyormuşcasına geçiyor her gün.

Keşke bütün bu saçmalıkları bir sayfa yazı, bir kısa film, ya da bir kilo fıstıklı baklava ile düzeltebilsek… Pek mümkün değil, baklavanın kilosunu hiç burada dillendirmeyeyim, tadımız kaçmasın. Zaten tadımız da pek kalmadı. Dünyada fındık üretimine göre ülkeler liginde Türkiye, yılda 684.000 ton üretim ile dünyanın en büyük fındık üreticisi, ikinci İtalya ise neredeyse bizim 8’de birimiz kadar (84.6 bin ton) üretebiliyor. Koskoca Amerika ise yıllık 70.310 ton üretim ile en büyük üçüncü fındık üreticisi. Ama tahmin edin bizde ne yok? Gıda kodeksi… Yani var da işte… Marketlerde satılan dondurmanın üzerine “dondurma” bile yazılamayacak kadar çöp gıdalar, içinde yüzde 1-2 oranında meyve bulunan meyve sularımız, yurt dışına satılıp “Bunlar bozuk” diye geri yollanan domatesleri ve daha neler neleri vatandaşımıza güvenle kakalayabilecek yöneticilerimiz ve onlara özel çıkmış kanunlarımız var. Gerçekten yaşamak büyük bir zevk.

Bir de üzerine interneti sansürlü, haberleri yasaklı, gözleri görmez, kulakları duymaz medyamız var mis gibi. Herkes kurtuluşunu arıyor ama hiçbir yerde bulamıyor. İçi kaldıran, vicdanı yeten, güce tapıp, kendince o güçten bir pay almaya çalışıyor. Yolsuzluk, kuralsızlık ve aklınıza hayata ve adalete dair ne varsa en kötüsünü gerçekleştirmeye hazır kalabalıklar da çevremizi doldurmaya başlıyor.

Gençler ise ayrı bir bunalımda. Ellerindeki telefondan “yabancı” akranlarının yaşadığı hayatlara imrene imrene avuçlarını ve telefonlarını hasretle ve açlıkla yalıyor.

Sevgisiz bir toplumun sevgisiz bireyleri olarak, bambaşka bir organizma gibi, evrime aykırı, zamana aykırı, gelişmeye aykırı, bilime ve ilerlemeye ters düşen tuhaf hayatlarda her gün sokakta bile kaldırımdan üzerime motor gelecek mi diye tedirginlikle hayatta kalıyoruz ama çok geç ve geri kalıyoruz.

Ülkenin temel derdi de bu. İlerleme olmadan gelişme, akılcılık olmadan huzur olamayacak. Uzun süre de bu böyle gidecek gibi. Hep aynı fonksiyonlara, farklı bileşenler katarak, sonsuz bir anaforun içinde medeniyet denizinin en derin noktasından daha derinlere iniyoruz.