“Adam ağacın altında oturuyordu.”

Sadece dört sözcükten oluşan bu basit tümce, okuyan herkesin aklında farklı bir adam, farklı bir ağaç, farklı bir oturma biçimi, farklı zaman ve mekanlar canlanmasına yol açar. Adam, özellikleri betimlenmediği için, bir okurun hayal dünyasında yaşlıyken başka bir okurun imgeleminde genç olabilir mesela… Gözlüklü ya da gözlüksüz, gür saçlı ya da kel, sarışın ya da esmer, mutlu ya da hüzünlü olabilir.

Aynı belirsizlik ağaçta da geçerlidir: Birinin aklında parktaki bir ağaç belirirken, bir başkasının aklında, tepede tek başına duran bir ağaç imgesi ortaya çıkabilir. Ağaç yemyeşil olabilir, yaprakları dökülmüş de olabilir. Bir okuyucu bunun bir meyve ağacı olduğunu hayal ederken bir başkasının aklına koca bir çınar düşebilir.

Adamın oturuşuna ne demeli?! Bir okurun zihninde ağaca sırtını dayayıp bağdaş kurarak oturan bir adam canlanırken, diğer bir okurun aklında ağacın altındaki bankta oturan birini görebiliriz örneğin.

Kısaca, bu dört sözcüğü bu sırayla okuyan herkesin aklında kendi deneyimleri ve psikolojik durumuyla da bağlantılı imgeler belirir. Ve evet, sadece bir sözcüğün yerini değiştirdiğinizde anlam akışı da değişebilir. Örneğin, “Ağacın altında oturuyordu adam” dediğimizde ortaya çıkan devrik cümle, okuru daha şiirsel bir imge ortamına sokabilir, vurgu ‘adam’a yapıldığı için daha ‘karakter temelli’ anlamlar yaratabilir, vd.

Edebiyatın gücü ve güçsüzlüğü buradan kaynaklanır; dünyaya bakışını, söylemek istediklerini, ‘derdini’ sözcüklerle aktarmayı seçen biri bu sayede hem sonsuz olanaklara sahiptir, hem de, dünyanın en çirkin ve isabetli benzetmelerinden birinde olduğu gibi, paylaşmak istediği anlamı paramparça edip dağıtacak bir mayın tarlasında yürümektedir.

Sinemanın edebiyat karşısındaki güçsüzlüğü ve gücü de buradan çıkar: Bir sonbahar günü, bir çınarın altındaki bankta oturmuş, yavaşça yere düşen sarı yaprakları seyreden o koyu gri paltolu yaşlı adamı kameranızla gösterdiğinizde, herkes aynı şeyi görür. Bu yüzden, seyircinin hayal gücünün okurunkine göre nispeten işlevsizleştiği sinemasal anlatıda ‘ortak anlam’ üretmek daha kolaydır.

Ama işte ‘daha kolay’ olması, anlam paylaşımında başarıyı garantilemiyor. İranlı yönetmen Farnoosh Samadi’nin 180 Degree Rule/180 Derece Kuralı (2020) adlı filmi, anlam üretiminin sinemada da mayın tarlası gibi olabileceğinin bir örneği.

***

Filmin adı, en temel sinematografik kurallardan birine vurgu yapıyor. Özellikle diyalog sahnelerinde uygulanan bu kural sayesinde, mekandaki karakterlerin birbirine göre konumunu doğru algılarız -karşılıklı oturmuşlardır veya biri diğerine sırtını dönmüştür, vs.

Filmin öyküsü çok basit: Tahran’da genç bir aileyle tanışırız; Hamit, Sara ve 7-8 yaşlarındaki kızları Reha. Sara’nın kız kardeşi evlenmek üzeredir. Düğün, şehre en az 5-6 saatlik mesafedeki bir kamp alanında yapılacak, gece de davetliler barakalarda kalacaktır. Çok suratsız ve ilgisiz bir karakter olan Hamit, tam olarak anlaşılmayan nedenlerle düğüne gitmekten kaçınmaktadır. Şehir dışında yapması gereken bir iş sayesinde bahanesini de bulur. Aslında düğün, Sara’nın annesi, babası ve erkek kardeşinin de bulunacağı küçük bir aile kutlamasıdır. Ama Hamit, kendisi yokken Sara’nın düğüne gitmesini de yasaklar. Hamit’i havaalanına bırakan Sara, bir sürü iç çatışmadan sonra, o sırada biraz hasta olan Reha’yı da alıp arabayla düğüne gider. Sara’yla Reha’nın düğüne katıldığını Hamit’ten saklama konusunda tüm aile anlaşmıştır.

(Dikkat, ‘spoiler’ geliyor) Düğün gecesi, küçük kız gaz zehirlenmesi sonucu ölür. Sara ve ailesi yıkılmıştır, ama Sara’nın asıl derdi olayı Hamit’ten gizlemektir. Bunun için, Reha’nın Tahran’da öldüğü konusunda çok gereksiz ve zayıf bir dizi yalan söyler. Ama Hamit gerçeği öğrenir. Zaten dünyası yıkılmış olan Sara, kendini gazla zehirleyerek ‘adaleti sağlamaya’ çalışır.

Anlamı oluşturan göstergeler dizisinin aşırı derecede kötü ve zayıf kurgulandığı bir filmle karşı karşıyayız. Şöyle örnekleyebiliriz sanırım: Yönetmen basit bir tümcenin öğelerini öyle kötü bir araya getirmiş ki, ortaya “Ağaç altındaydı otururken adam” gibi tuhaf, ağacın adamın altında olduğunu da söyleyen bir şey çıkıyor.

Asıl dert ise, Roma’da sinema eğitimi almış bir kadın yönetmenden en son bekleyeceğiniz şey: Filmin ciddi ciddi kadın düşmanı olması…

***

Neden-sonuç ilişkileri öyle bir biçimde kurulmuş ki, tüm bu trajik olay örgüsü sadece Sara’nın kötü bir eş olmasından kaynaklanıyor. Eğer Sara kocasına itaat eden bir kadın olsaydı, ne Reha ölecekti, ne karakolda Hamit’ten dayak yiyecekti, ne de intihar etmesi gerekecekti… Tek yapması gereken, kocasının yasağına/babanın yasasına uymasıydı -hatta bunu bir sahnede Sara’nın babası da açık açık dile getiriyor!

Belki Samadi bunun tam tersi bir anlam yaratmak istiyordu; kocanın koyduğu yasağın saçma olduğunu, hatta ‘kocanın yasak koyması’nın çirkinliğini göstermek istiyordu belki de. Ama ortaya çıkan şey, “Kadın ağacın altında ne yapıyordu?” bile değil, sinemada anlam üretimi konusunda ders malzemesi olarak kullanılabilecek düzeyde sığ bir misojinist anlatı…