Asgari ücretten faize: Patron kim?

Geçtiğimiz hafta bir yandan asgari ücretin, diğer yandan Merkez Bankası politika faizinin artışına ilişkin kararlar açıklandı. Her ikisindeki artış da asgariden oldu. Bu benim beklentilerime uygundu. 

Hatta asgari ücretin biraz daha düşük tutulabileceğini, asıl güçlü artışın seçime etkisi daha fazla görülebilecek Ocak ayına bırakılabileceğini tahmin etmiştim. Ama birkaç nedenle buna cesaret edilemediği anlaşılıyor. Birincisi, 500 dolar düzeyinde bir asgari ücret beklentisi resmî ağızlardan yaratılmış olduğu için bunun çok altında kalınması göze alınamadı.

İkincisi, memur maaşları için önceden verilen 22 bin TL'lik taban aylık sözü de asgari ücret düzeyinin belirlenmesinde etkili oldu. Üçüncüsü, yılın ikinci yarısında faiz, kur ve enflasyon artışları üzerinden ücretliler üzerine gelecek ek maliyetlerin çok yüksek olacağının hesaplanması da artış miktarını belirleyici oldu. Dördüncüsü, yüzde 34'lük asgari ücret artışı, ilk beş ay için açıklanan yüzde 15,3'lük TÜFE oranına iktidardakilerin dahi inanmadığını ve yaşanan gerçek enflasyonun bunun çok üzerinde olduğunu teyit etmiş oldu. 

Asgari Ücreti Ağalar Açıklıyor

Asgari ücret bu defa Erdoğan'ın ağzından açıklanmadı. Ama sadece şeklen. İşin aslında Erdoğan gene devredeydi. TÜRK-İŞ Başkanı Saray'a çağrıldı ve son sözü ülkenin patronu/devletin ağası söylemiş oldu (Toplu İş Sözleşmelerinde-TİS, eğer fırsat bulunursa, sendika başkanı patronla son bir temas kurarak "başkanlık hakkı" yani küçük bir ek iyileştirme daha ister, böylece kendi varlığını/işlevini de işçinin gözünde meşrulaştırmış olur). Demek ki, asgari ücret görüşmelerinde topluma kanıksatılmak istenen model, "hak temelli değil, ihsan temelli bir ücret artışı modeli" oluyor. Asgari ücret son temasta belirlenmiyor ve sermayenin talepleri daha belerleyici olsa dahi, sendika ağası ile devletin ağası buluşup son kararı veriyormuş gibi yapıyorlar. Eh, ağaların eli tutulmaz; işçinin payına da ağalarına şükran duymak düşer!

Bir de sistemdeki şu çelişkiye bakın: Birkaç yüz kişinin TİS görüşmeleri sonuçsuz kaldığında grev silahı kullanılabilirken (sermaye ve iktidarın başyücesi izin verirse elbette), ücretlilerin yüzde 60'a yakınını doğrudan, diğer bölümünü ise dolaylı olarak ilgilendiren bir asgari ücret görüşmesi, kapalı kapılar ardında ve son olarak da Saray'da bağlanabiliyor ve buna hiçbir itiraz yolu bulunmuyor! Üstelik bu rezalet, sözde muhalif olanların eleştiri listesinde bile yer almıyor. "Özgürlükler" bahsinde tüm liberaller, sermaye kuruluşları ve düzen siyasetleri birbirleriyle yarış halindeymiş gibi görünürlerken, hiçbirinin talep listesinde emekçilerin örgütlenme ve hak arama özgürlüğü yer bulamıyor!

Asgari Ücret Tespit Komisyonu'nda işveren kanadı adına yer alan TİSK, sermayenin tüm kesimlerini temsil ederken, işçi kesimi adına bu Komisyona katılan TÜRK-İŞ örneğin DİSK'i ve onun taleplerini temsil etmiyor; hatta onun dillendirdiği talepleri Komisyonda dillendirmiyor bile. DİSK'in gayet makul olan 17 bin TL'lik net asgari ücret talebi (iki kişinin çalıştığı bir ailenin hiç değilse yoksulluk sınırına erişebilmesi talebi) sadece TÜRK-İŞ'in pazarlıkta "uyumlu tarafı" daha rahat oynamasına imkân vermiş oluyor. Komisyonda sadece TÜRK-İŞ'in temsil ediliyor oluşu bu bakımdan işçi sınıfı adına büyük bir talihsizlik oluşturuyor.

Faizler: Düşe Kalka

Merkez Bankası politika faizinin yeni düzeyi tahminlerim doğrultusunda oldu; çünkü Saray'ın seçime kadar yüksek faiz artışları istemeyeceği, büyüme ve istihdamdan fedakârlığa razı olmayacağı belliydi. Ancak bu artışın piyasa oyuncularının beklentilerinin çok uzağında kaldığı, kurlarda iki işgününde yüzde 8‘e varan artışlarla hemen belli oldu. Kurlardaki anlık oynaklıklar da cabası. 

Böylece iki yıldır Türkiye ekonomisine ve emekçi sınıflarına ödetilen bedeller bir yana, 28 Mayıs seçimleri sonrasında üstlenilen ilave maliyetler bile inanılmaz boyutlara ulaştı: Sadece toplam dış borç stoğunun TL karşılığı üç haftada durduk yerde 2,5 trilyon TL yükselmiş vaziyette. Ekonomik-mali tahribatın birçok veçhesi var ama bunların arasında bizi ilgilendiren en önemlisi, ücretlerin dolar karşılığı hızla erirken, dolara endeksli olarak kabaran ithâlât faturalarının bütün mal ve hizmet fiyatlarını yukarıya çekmesi. Asgari ücretin neti, belirlendiği gün 482,6 dolara karşılık gelirken Cuma günü öğleden sonra 447 dolar ile 451 dolar arasında gidip geliyordu. Asgari ücrette iki günde 31-35 dolar kayıp verilirken, önümüzdeki haftalar ve aylarda daha da düşecek ve piyasalarda zincirleme fiyat artışlarının önünü almak mümkün olamayacak. Kur artışı - enflasyon geçirgenliği yılın ikinci yarısının temel belirleyicisi olacak gözüküyor.

Bu koşullarda, Saray ekonomistinin yerel seçimlere daha iyi bir ekonomik tablo ile girmek beklentisi de büyük olasılıkla boşa çıkacak. Faiz artışlarına rağmen dizginlenemeyen fiyat ve kur artışları; kur artışlarına rağmen yeterince düşürülemeyen dış açıklar; yüklü dış borç ödemeleri artı cari açıkların heyula gibi bir dış finansman sorunu oluşturması gibi sorunlara, Türkiye'nin ekonomik-mali sıkışmasını fırsata çevirmek isteyen (Körfez'den ABD'ye ve AB'ye kadar uzanan) dış güçlerin oportünizmi de eklenebilir. Saray yönetiminin "ulusal çıkar" kaygıları olmayabilir, ama tavizlerin de çok göze batmıyor olması gerekir. Bu hassas denge sağlanabilecek mi?

Saray'a Dersler

Şimdi Saray yönetiminin çeşitli dersler alacağı bir döneme de girilmiş oldu belki. Birinci ders, faiz aracını zamanında kullanırsan işe yarar. 2021 sonbaharında enflasyon oranı giderek yükselip TCMB faizlerine eşitlenince yapılacak bir faiz artışının enflasyonu dizginleyici etkisi hemen görülebilirdi. Ama bunun tam tersi yapıldı. Şimdi ise tren kaçmış durumda; enflasyon hedeflemesinin (enflasyonun üzerinde cari pozitif faizler uygulamasının) bugün hem teknik hem de siyasi koşulları bulunmuyor. Teknik olarak artık sadece faiz artışlarıyla çözüm üretmek mümkün olmadığı gibi, ekonomiyi duvara toslatacak düzeyde şok faiz artışlarına gitmek de olanaksız. 

İkinci ders, eğer ders alabilme kapasitesi varsa, ekonomiyi düzeltmenin bozmaktan çok daha zor olduğunu kavramak olmalı. Üstelik, tüm ekonomik/mali göstergeleri bozmak için iki yıl boyunca aralıksız çaba sarf etmişseniz, mucizevi hızlı bir toparlanmaya bel bağlamamanız tavsiye edilir.

Üçüncüsü, ekonomi kadrolarında çok kısmi bir yenilenme asla derde deva olmaz ve kendi alt kadrosunu bile belirleyemeyen bir bakan iç ve dış sermaye çevrelerine bile güven vermez (Emekçi sınıfların güven duymaması beklenir zaten). Kaldı ki, ortada ciddi bir program yoksa ve yapılan "U" dönüşünün ne kadar sürdürüleceği de belirsizse. Unutmayalım, Erdoğan'ın bu bakımdan sicili kabarıktır; daha önce iki kez bu yoldan geri dönüş yapmıştır. "Huylu huyundan vazgeçmez" algısı bile olumsuz etkilere sahiptir.

Özetle hem gaza hem frene aynı anda basarak, melez politikalarla bir seçimi daha atlatmak, hem büyümeyi canlı tutmayı hem de faizlerle ekonomiyi soğutmayı aynı anda hedeflemek sonuç vermeyecek bir bileşim gibi durmaktadır. Türkiye gibi dış kaynak açıkları yönetilebilir olmaktan çıkmaya başlamış bir ekonomi açısından, sermaye hareketlerinin kontrol altına alınmasını ve/veya dalgalı kur sisteminden çıkılmasını düşünmeden adım atmak giderek olanaksızlaşmaktadır.