İktidarın kredi artışını sınırladığı, ancak faiz artışlarını seçimler öncesinde tuttuğu biliniyor. İlk darbenin buradan geleceği beklenmeli. Mal ile hizmet fiyatlarının önünün açılması ve doğalgaz ile elektrikteki sübvansiyonların bitirilmesi ikinci darbe ve üçüncüsü ise vergi artışı olacak.

Yerel seçimler öncesi ve sonrasında ekonomi

Sanayi ve tarım gibi üretken sektörlerdeki “büyüyememe” sorunlarına rağmen 2023 yılı genel büyüme performansı (yüzde 4,5) seçim öncesinde iktidarı kısmen kurtarmış sayılabilir. “Kısmen” çünkü toplumu rahatlatabilecek, büyük çoğunluğun gelir/refah düzeyini yükseltebilecek bir büyümeden söz edemiyoruz.

Tam tersine, 2016’dan itibaren bölüşüm ilişkileri emek aleyhine, sermaye lehine bozulmaya devam ediyor. GSYH içindeki ücret payı 2020 ve 2022’de dibi gördükten sonra seçim dönemi uygulamalarının da etkisiyle 2023’te biraz iyileşmiş gibi dursa da bunun sürdürülebilme olanağı bulunmuyor. Kaldı ki, “görünüşe aldanmamak” gerekiyor. 

Yerel Seçimler Öncesindeki Ekonomik Durum 

Kişi başına GSYH’nin 2023’te 13.110 dolara yükselmesi gibi somut bir olgu bile “görünüşe aldanma” özdeyişini hatırlamamıza neden olmalı. İki nedenle: Birincisi, 2023’te enflasyon artışı kur artışının oldukça üzerinde seyrettiğinden, TL dolara karşı görece değerli duruma gelmiş ve ekonomik büyüme performansı da dolar cinsi GSYH’ye geçilince şahlanmış gibi gözükmüştür. AKP’nin ilk 10 yılında da TL lehine bu parite bozulması, dolar cinsinden GSYH’yi şişirip durmuş, Erdoğan-Babacan-Şimşek ekibi de bundan siyasi rant devşirmekte duraksamamıştı.  

2024’te de benzer bir durum yaşanabilir. Nitekim, ilk iki aydaki enflasyon-kur ilişkisi bunu haber vermektedir. 29 Aralık 2023’te 1 dolar 29,509 TL’dir; 29 Şubat 2024’te ise 31,224 TL. TL’nin iki ayda değer kaybı yüzde 5,8’dir. Oysa aynı dönemde TÜFE’de toplam artış yüzde 11,54’tür. Yıllık enflasyonun yüzde 3,1 olduğu ABD’de iki aylık enflasyonu yüzde 0,5 kabul etsek, TL’nin iki aylık değer kaybının yüzde 11 civarında olması gerekirdi ki dolar-TL paritesi sabit kalabilsin. Her durumda kurdaki iki aylık artış, OVP’de 2024 yılı için öngörülen ortalama dolar kuru (36,8 TL) ile uyumlu gitmektedir. Ancak güncellenmiş enflasyon tahminlerinin iyimser olanları bile artık yıl sonu için yüzde 45’in altında bir TÜFE düzeyi öngörmediğine göre (ki yüzde 50-55’in altı da zordur), kur artışlarının enflasyon artışlarının gerisinde kalacağı tahmini yapılabilir (Bununla birlikte, kurun hızlı arttığı, bilhassa seçimlerden sonra patlayacağı beklentisi yüksektir ve şimdiden ithal ürünlere olan talebin öne alınmasına yol açmıştır). 

Buradan şu yanlış çıkarımı yaptığımız düşünülmemeli: İhracatçı sermayedarların peşine takılarak TL’yi enflasyonun üzerinde aşındırmayı savunmak! Hayır, bu çıkar bir yol değildir. (Kaldı ki, ihracatın teşviki için bile çıkmaz sokaktır). Tam tersine, Türkiye gibi dış ticaret ve cari açıkların GSYH’ye oranının çok yüksek olduğu, özellikle ara mallarında, enerjide, yoğun teknoloji içeren üretim mallarındaki dışa bağımlılığın iç üretim ve tüketim ile enflasyon üzerinde ciddi hasarlara yol açtığı, yüksek dış borç sorunlarının yaşandığı bir ülkede döviz kuru düzeyinin belirlenmesinin piyasaya bırakılması kabul edilemez. Döviz kuruna müdahale, gerekirse sabit kur politikasının benimsenmesi, sanayi öncelikli bir ekonomik kalkınmanın planlanabilmesi bakımından da şarttır. 

Görünüşün aldatıcı olduğu ikinci alan, doların değerinin sanki hiç aşınmadığını varsaymaktır. Oysa yüzde 2,5-3 civarında bir yıllık enflasyon hesabıyla değeri aşınan bir para biriminin gerçek değeri, 30 yıl sonra başlangıç değerinin yarısına geriler. Dolayısıyla, kişi başına GSYH olarak 2023’teki 13.110 doların 2013’teki 12.615 dolardan sonra yeni bir zirveyi temsil ettiği iddiası(!) ekonomi-dışıdır. 2023’teki 13.110 dolar, 2013 değerleriyle dikkate alındığında (enflasyondan arındırıldığında) 10 bin doların altına inmektedir! Demek ki, on yıl öncesinin ortalama reel ekonomik gelir düzeyinin yakalanabilmesi için bile herhalde 12. Plan döneminin sonunu (2028 yılını) beklemek gerebilecektir! 

Yerel seçimler öncesinde iktidarın genel seçimler öncesinde olduğundan daha düşük boyutlu bir seçim ekonomisi uyguladığı görülmektedir. İktidarın, dörtnala giden enflasyon etkisiyle satın alma güçleri iki ayda bile önemli ölçüde aşınan emekli kesimler için bir bayram ikramiyesini 5.000 TL’ye düzeyine bile çıkaramamasının (ki 16 milyon emekliye veriliyor olsaydı bile bütçeye ek maliyeti 64 milyar TL düzeyinde kalırdı) iki nedeni olduğu söylenebilir: Birincisi, yerel seçimlerin genel+CB seçimleri kadar bir seçim ekonomisini gerektirmeyeceğinin varsayılması ve seçmenlerinin sadakatinin tehdit-vaatler üzerinden sağlanabileceğine dair özgüven; ikincisi, kamu maliyesinin içine sokulduğu darboğazdan çıkışı da içeren istikrar programının iç ve dış sermayeden kaynaklanan kısıtlarının iktidara fazla bir hareket alanı bırakmamış olması. 

Seçimler Sonrasına Bakış 

Haziran 2023 öncesinden gelen birkaç saatli bomba seçimler sonrasını da belirleyici olacaktır: Kur korumalı mevduat ve dövize endeksli iç borçlanma üzerinden Hazine’ye gelen inanılmaz yükler; dış borçlardaki ve özellikle kamu dış borçlarındaki büyük artışlar yanında kısa vadelilerdeki büyük tırmanış ve büyüyen dış kaynak ihtiyacının karşılanma güçlükleri; Mayıs 2024’te yüzde 75-80 düzeyine vurması beklenen yüksek enflasyonun daha yönetilebilir olduğu varsayılabilecek yüzde 30-40 gibi oranlara geriletilmesinin yapısal zorlukları…  

Ekonomi yönetimi, gelirleri enflasyonun altında, faizleri ise enflasyonun üzerinde tutarak yaratacağı talep şokunun enflasyonu geriletmede yeterli olacağını düşünürse yanılır. İki durum bu hesabı saptırabilir: -Toplumun geniş kesimlerinin satın alma gücü zaten çok düşüktür; bu kesimlerin boğazını daha fazla sıkarak gidilecek yol artık çok sınırlıdır; -Toplumsal tepkileri hesaba katmamanın iktidar için maliyeti yüksek olabilir (hatta sendikacılar ve sözde muhalif siyasetçiler için bile). İTO başkanının “biz bütçemizi asgari ücrette yeni bir artış olmayacağına göre yaptık” baskılamasının da pratikte bir geçerliliği olmayabilir örneğin. 

İktidarın şimdiden kredi artışlarını miktar olarak sınırladığı, ancak faiz artışlarını (özellikle kredi kartlarında) seçimler öncesinde tuttuğu biliniyor. İlk darbenin buradan geleceği beklenmeli. Kamunun denetimindeki mal ve hizmet fiyatlarının önünün açılması ve doğalgaz ve elektrikteki sübvansiyonların bitirilmesi ikinci darbe olacaktır; üçüncüsü de vergilerdeki artışlar. ÖTV’de özellikle ithal ağırlıklı ürünlerde (otomobil); düşük KDV oranına tabi ürünlerde vergi artışları gündemdedir. Cari açığı azaltmanın bir yolu da burada görülmektedir. Sözde dengelemek adına sermaye yönlü bazı vergi istisnalarının gözden geçirilmesi de dillendirilmekle birlikte kol güreşini kimin kazanacağı bilinmez. 

Böylesine sıkılacak bir ekonomide, yatırımların ve istihdamın darbe yemesi, iflasların ve işsizliğin artması, büyüme hızının düşmesi, gelir/servet dağılımının daha da bozulması, toplumsal gerilimlerin yükselmesi beklenmelidir...