Seçim ortamına rağmen emekli maaşlarındaki çok sınırlı artışlar iktidarın çıkmazını gösteriyor. Son iki yılda ekonomi öylesine büyük bir açmaza sokuldu ki, IMF’nin ortodoks programları aleyhine atıp-tutan Saray ve ekonomi yönetimi, Mayıs 2023 seçimlerinden sonra 180 derece dönüş yapmaya mecbur kaldı.

Sağın ekonomik kriz üretme potansiyeli

Türkiye ekonomisini kısa sürede mali/ekonomik açmazlara götüren sağ iktidarların dışa bağımlı karakteri “çok partili dönem” olarak tanımlanan son 74 yıla damga vurmuştur. Bu iktidarların ortak paydaları, ekonomiyi görece iyi durumda devraldıktan sonra kısa sürede mali çıkmaza sürüklemeleridir. 

Tarihsel Örnekler 

1950’de iktidar olan Demokrat Parti’nin (DP) uygulamaları, 1946 yılından itibaren CHP iktidarının liberalleşme politikalarının uzantısında olmuştur.

1946 yılında hâlâ dış ticaret fazlası veren ve önemli döviz rezervleri olan bir ülkede Eylül 1946’da büyük bir devalüasyona başvurulması, dış telkinlerin ve dünya ekonomisiyle dış ticaretin serbestleştirilmesi üzerinden eklemlenme niyetlerinin ilk işaretiydi. Nitekim çok geçmeden Türkiye uzun zamandır ilk kez 1947 yılında dış ticaret açığı vermeye başlayacak ve sonrasında da bu açıklar kalıcılaşacaktır. DP iktidara geldikten sonra iktisat politikası aynı doğrultuyu izlemekle birlikte, çok daha liberal bir ithalat rejimi uygulanmaya başlayacak ve 1953 sonuna kadar dış ticaret açıkları hızla büyüyecektir. Bu açıklar dış borçlarla kapatılırken, başta ABD olmak üzere Batı’ya mali bağımlılık da artacaktır (Daha geniş bilgi için bkz. K. Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2015, 2019, İmge). 

Bu arada CHP döneminden devralınan tüm döviz ve altın rezervleri de tam bir mirasyedi mantığıyla eritilecektir. DP artık sürdürülemez hale gelen bu politikalardan 1954’ten itibaren çark edecektir. İthalatı sınırlandıracak, ithal ikameci kamu yatırımlarına girişecek, yeni KİT’ler oluşturacaktır. Dış ticaret açıkları 1954 sonrasında azalmakla birlikte devam edecek, dış borç yükümlülüğü ise taşınamaz boyuta gelecektir. DP, iktidara geldikten sadece 8 yıl sonra moratoryum (dış borçlarını ödeyemeyeceğini yani mali iflasını) ilan etmek zorunda kalacaktır. 1958’de Türkiye’nin dış alacaklıları bir konsorsiyum kuracak ve belirli koşullar dayatacaklardır. 1958’de büyük bir devalüasyonun yapılmasını ve IMF programının devreye girmesini bu çerçevede düşünmek gerekir. 

*** 

1983 sonunda iktidar olan ANAP, dolaysız vergilerde hemen 1984’ten başlayarak sermaye lehine yaptığı indirimleri telafi etmek için dolaylı vergilere ve fon kesintilerine yüklenmeye başlayacak ama bunlar yeterli olmayınca kapsamlı bir iç borçlanmaya girişecektir. ANAP iktidarı, sert bir IMF programı (24 Ocak Kararları) üzerine gelmiş ve bu programı devam ettirmişti. Kamu maliyesi dengelerinin hızla bozulmasına o dönem IMF de sessiz kalacak ve adeta sorunların birikmesini bekleyecekti. ANAP, 1991’de (yani gene 8 yıl sonra) iktidarı bıraktığında, kamu maliyesi sistemi içine büyük bir borç krizinin tohumlarını ekmişti. Nitekim 9 yıl sonra vergi gelirlerinin borç faizlerine yetmediği bir kamu maliyesi krizi oluşmuş, maliyede ve finansal sistemde disiplini sağlayamayan yönetici sınıfların zayıflığı, yeniden kurtarıcı olarak IMF’nin kapısının çalınmasına yol açmıştı. Aslında IMF de bu fırsatı kolluyor, 1980’lerde yarım kaldığını düşündüğü yeniden yapılandırma programının çok daha sıkı bir biçimde uygulanmasına 1990’lı yıllardan itibaren hazırlanıyordu. Bu programın sertliği, iktidardaki DSP-MHP-ANAP koalisyonunun tüm partilerinin 2002 seçimlerinde baraj altında kalmasıyla sonuçlanacaktır. 

*** 

2002 sonunda, IMF programının üç yıllık uygulaması geride kaldığında iktidara gelen AKP siyaseti, uygun dünya konjonktürü sayesinde bol dış kaynak sağlayabilecek, kucağında bulduğu yoğun özelleştirme programını da (IMF direktiflerine de uyarak) yüksek tempolu bir satış-talana dönüştürecek, böylece iktidarını pekiştirecektir. AKP yönetimi, IMF programını 2008’e kadar resmen uzattığı gibi 2015’e kadar da dolaylı olarak sürdürecektir. Ancak 2008-2009 krizinden sonra tırmandırdığı kamu borçlanmasıyla ve özel sektörü daha fazla ittiği dış borçlanmayla baş edemez duruma da gelecektir. Dış kaynakların da geri çekildiği 2015-2023 döneminde 8 yılda ekonomiyi yeniden IMF’ye (veya IMF tarzı bir programa) muhtaç duruma getirmeyi becerebilecektir.  

Tüm bu krizlerin faturası ülkeye yeni siyasi-ekonomik bağımlılık ilişkileri, emekçi kesimlere ise ağır mali/ekonomik yükler ve toplumsal/ekonomik hak kayıpları olarak geri dönecektir. 

2024 Uygulamaları Emeklilerden Başladı: Çıkış Var mı?  

Seçim ortamına rağmen emekli maaşlarındaki çok sınırlı artışlar iktidarın çıkmazını gösteriyor. Özellikle son iki yılda ekonomi öylesine büyük bir açmaza sokuldu ki, IMF’nin ortodoks programları aleyhine atıp-tutan Saray ve ekonomi yönetimi, Mayıs 2023 seçimlerinden sonra 180 derece dönüş yapmaya mecbur kaldı. O kadar ki, devir-teslim töreninde önceki bakan Nebati’nin ağzından “çok şükür” sözcükleri dökülüverdi.  

Ayrıntısına burada girilecek değil, ancak hazirandan itibaren örtük bir IMF programı sahneye tüm haşmetiyle çıkıverdi. Artık neoliberalizmin çıkış yaptığı 1980’lerin “başka bir alternatif yok” çizgisindeyiz yeniden. Parasal sıkılaştırmada hâlâ boşluklar olabilir ama gene de en hızlı bu alanda yol alındı, çünkü maliye politikalarında kontrolü tam olarak ele almak için geçmiş tahribatın izlerinin silinmesi lazım ama bunun için hem süreye hem de seçim konjonktürünün geride bırakılmasına ihtiyaç var.  

Seçim sürecinin çalışıyor olmasına karşın, memur ücretlerinde ve asgari ücrette de yeterli artış yapılmadı. Ancak, gene de seçime kadar idare edebilecek. İş emeklilere gelince, tıpkı Temmuz 2023’te olduğu gibi, Saray ve yeni ekonomi yönetiminin eli bu kesimlere gitmiyor. Çünkü emekliler hem örgütlü bir hareket oluşturamıyorlar (emekli mitinglerine katılıma bakınız) hem de iktidar kendilerini ne kadar dışlarsa dışlasın büyük çoğunluğu iktidarın siyasi/kültürel çemberinin dışına çıkamıyor.  

Eh zaten emekliler aleyhine tüm mevzuat koşulları IMF-AKP işbirliğiyle oluşturulmuş durumda (Gerçi AKP öncesinden gelen IMF etkileri de var). Düşük aylık bağlama oranları, refah payından yoksun bırakma, yaşlılığa hak kazanma süresinin uzunluğu, vs. Bunların düzeltilmesi sonuçta Meclis’in eliyle olabilecek. Ancak, düzeltilmemesinin nedeni TBMM değil. Hiç sorumluluğu yok demiyorum. Ama asıl sorumluluk IMF politikalarına biat eden sermaye iktidarının emek karşıtı yüzünde. İktidarı elinde tutan (nihai belirleyici olan) Meclis’teki Cumhur ittifakı değil. İktidar yürütmenin elinde; onu da tek seçilmiş organ olarak Erdoğan temsil ediyor. Elbette yürütmenin diğer unsurlarını ve Meclis çoğunluğunu da kendi –değişken– meşrebine/siyasetine göre habire yenileyip kullanarak. 

Tekrarlayalım. Meclis çoğunluğunun fiilen yasa yapma iradesi yok (2017 Anayasasıyla, Bütçe Kanunu dışındaki tüm yasaların TBMM üyelerinin önereceği yasa teklifleriyle yapılacağı düzenlemesi, göstermeliktir. AKP döneminde tüm yasa düzenlemeleri Saray üzerinden gelir; veya oranın onayına tabidir). Dolayısıyla, Türkiye Emekliler Derneği başkanının “Yüce Meclis’imizden beklentimiz, konunun tekrar değerlendirilmesi ve yeni bir düzenlemenin hayata geçirilmesidir” açıklamasının bir değeri yok. Üstelik kendi üyelerine yanlış hedef göstermiş oluyor. Hedef Erdoğan olmalı. Yanına garnitür olarak IMF mutemedi Şimşek de eklenebilir tabii. 

31 Mart seçimlerinden sonra vurulacak balyozu hesaba katarsak, bugünler daha iyi günler bile sayılabilir. Şimdilik iki şey yapılabilir: İktidara sandıkta ders vermek ve 2024’te haklar mücadelesini en örgütlü biçimiyle vermek.