Ayna ayna söyle bana…

Pazartesi akşamı oynanan Ankaragücü-Rizespor maçının bitiş düdüğüyle beraber Ankaragücü Başkanı Faruk Koca’nın adamlarıyla birlikte sahaya girip maçın hakemi Halil Umut Meler’i yumruklaması, ülkenin içine düşürüldüğü karanlığın bir yansımasıydı.

Yıllardır futbol üzerine konuşan herkesin itibarsızlaştırmak için yoğun çaba sarf ettiği hakemlik mesleğinin FIFA kokartlı bir mensubu, sonunda görev yaptığı yeşil sahanın üstünde barbar bir saldırının hedefi oldu. Hastanelerde doktorlara ve sağlık çalışanlarına uygulanan şiddetten hiçbir farkı olmayan bu saldırının başrolünde sıradan bir taraftarın değil, eski AKP milletvekili olan bir kulüp başkanının yer alması ise skandalın boyutunu katladı.

Stadyumlardaki şiddet, futbolun kendi dinamikleriyle mi ilgilidir, yoksa siyasal ve toplumsal süreçlerin bir ürünü müdür? Genelde önyargılı yaklaşımlar, suçu bütünüyle futbolun üzerine atma eğilimindedir ama bu kolaycı bakış, şiddetin gerçek sebeplerini görünmez kılar.

Futboldaki şiddet, 1960’lı yıllardan bugüne dünya çapında tartışma konusu. Konunun üzerinde en fazla mesai harcayan ülke, yaşadığı problemin büyüklüğüne paralel şekilde İngiltere oldu. 1985’te 39 kişinin öldüğü Heysel faciasından sonra kulüpleri Avrupa kupalarından 5 yıl men edilen İngilizler, holiganizmi bir vaka olarak kabul etti ve sona erdirmek için onu ortaya çıkaran sebepler üzerine yoğunlaştı.

Holiganizm, ekonomik ve sosyal anlamda ezilen sınıfta biriken duyguların lümpen tarzda patlayıp zirve yaptığı noktanın adıydı. Tepki işçi sınıfından geliyordu ama Marksist bir karakteri yoktu, hatta çoğunlukla içinde ırkçılık gibi sağ siyasi unsurlar barındırıyordu. Elbette İngilizler, sorunu sınıf çelişkisini ortadan kaldırarak çözmedi! Holiganizmi bitirmek için tribünlere erişimi yeniden düzenlediler. Maç biletlerinin fiyatlarını artırarak yoksul kesimleri tribünlerden uzak tutmak gibi bazı “önlemler” aldılar örneğin. Fakat problemin kaynağını kurutamadılar. Belki eskisi gibi büyük sonuçlar doğurmuyor ama İngiliz futbolunda hala holiganlığın izlerini görmek mümkün. Sosyoloji Profesörü ve “Futbolun Popülaritesi” kitabının yazarı Williams Nuytens’in bitirildiği söylenen İngiliz holiganizmiyle ilgili “Sadece stadyumların kenarına taşındı” sözleri hikâyeyi özetliyor.

Bizdeki meselenin İngiltere’nin yaşadığından farklı olduğuna şüphe yok. Ancak futbola şiddetin nerden girdiğini anlamak için saha dışına bakmak gerektiğini fark edebilmek önemli. Bir sistem, siyasal ve toplumsal zeminde şiddeti, nefreti ve öfkeyi üretiyor ya da bunların gelişip serpileceği dinamikleri besliyorsa, o sistemin bütün unsuları da değişen yoğunluklarla genel tablonun izlerini taşır. Siyaset, toplumda kutuplaşmayı ve ayrımcılığı körüklüyorsa, futbol kardeşlik vadedemez. Çünkü futbol da nihayetinde o toplum tarafından yönetilen, icra edilen ve seyredilen bir aktivite. Kendinden olmayanın ölmesi gerektiğini düşünen biri, iş futbola gelince rakip taraftarlara ya da takımına haksızlık yaptığını düşündüğü hakemlere saygıda kusur etmeyen medeni bir bireye dönüşebilir mi? Ya da tersinden soralım: Demokrat ve farklılıklara saygılı bireyler, futbol yüzünden mi birer canavara dönüşüyor?

“Futbol holiganları mı? Öncelikle 92 futbol kulübü başkanı var” diyordu İngiliz futbolunun efsanelerinden Brian Clough. Bir rivayete göre Avam Kamarası’nda futbol maçlarından daha fazla holigan olduğunu da söylemiş. Mesele tam olarak bu. Siyasetin pişirdiği yemek, yeşil zeminde yeniyor. Hele hele Türkiye gibi siyasetin açık şekilde futbola müdahale ettiği, futbolun bizzat siyasi figürler tarafından yönetildiği ülkelerde…

Ülkeyi yönetenlerin kamusal alanda mayaladığı öfke ve nefret, gücün sınır tanımazlığı, had bildirme ve tehdit kültürü, futbolda da temsil buluyor. Yargıda rüşvet iddialarının konuşulduğu, parası ve siyasi nüfuzu olanın mahkemelerden istediği kararları çıkarttığının iddia edildiği bir ülkede kararları beğenilmeyen bir hakeme eski iktidar partisi vekili olan bir kulüp başkanı tarafından yumruk atılması kimseyi şaşırtmamalı. Futbol bize şekil vermiyor, biz futbola şekil veriyoruz.

Benzerlikler saymakla bitmez. Nasıl ki plazalardaki, fabrikalardaki emekçiler örgütsüzse futbol sahasında düdük üfleyen hakemler de örgütsüz. Ortada göstermelik yapılardan fazlası yok. Nitekim, Meler’e yapılan saldırının ardından Süper Lig hakemleri ve VAR hakemlerinin tamamı Türkiye Faal Futbol Hakemleri ve Gözlemcileri Derneği’nden istifa etti. Bu saldırı bir dönüm noktası olur mu? İşte tam da bu örgütsüzlük sebebiyle ne yazık ki olamaz. Yaşanan skandala rağmen ortalığı ayağa kaldıracak kolektif bir ses yükselmiyorsa, gidişat nasıl değişsin? MHP lideri Bahçeli olayın dumanı üstünde tüterken liglerin ertelenmesi ve hakemlerin maçlara çıkmama kararlarının gözden geçirilmesini söyledi bile! “Hadi tamam, üzüldük bitti, fazla uzatmayın” diye düşünenlerin sayısı az değil. “Münferit” deyip geçecekler.

“Futbola siyaseti karıştırmayın” diyenler, genelde futbolu kirletenlerdir ve ne yazık ki aldıkları kötü siyasi kararlar futbol aleminde hakemlerinki kadar tartışılmaz. Futbol bir aynadır, sahalar ve tribünler bir ülkenin nasıl idare edildiğiyle çok sağlam bilgiler sunar. Bazen Socrates önderliğinde, “Yenilsen de yensen de demokrasiden vazgeçme” pankartıyla maça çıkan Corinthians takımı gibi diktatörlüğe direnenlerin olduğunu, bazen de siyah bir futbolcunun penaltı kaçırdığı için 21. yüzyılda dahi ırkçı tacizlere maruz kalabileceğini gösterir. Gerçeğin üstü süslü cümlelerle örtülmek, hakikat karartılmak istenir ama aynalar sesi iletmez; gördüğümüz yansıma hayatın kaba gerçekliğidir. İşte pazartesi akşamı yüzleştiğimiz de bu saf gerçekliğin ta kendisiydi.