Aynı gökyüzü altında...
Fotoğraf: MUBI

Charlotte Wells‘in ‘Aftersun‘ filmi, öncelikle bir baba-kız filmi olduğu için ilgimi çekti, sonra 90‘ların Türkiyesi‘nde geçtiği için, sonra bellek, melankoli gibi anahtar sözcüklerle anıldığı için. Filmde kız babasına şöyle diyordu: “Bence aynı gökyüzünü paylaşmamız güzel bir şey. Mesela bazen oyun oynarken gökyüzüne bakıyorum ve güneşi görünce, ikimizin de güneşi görebildiği gerçeğini düşünmeye başlıyorum. Aynı yerde ve birlikte olmasak bile bir bakıma yine de birlikteyiz. İkimiz de aynı gökyüzünün altındayız. Yani bir nevi beraberiz.” Video kamera kayıtlarıyla oluşturulmuş sinema dili, sakin ve kendinden emin anlatımı, oyunculukların başarısı gibi pek çok övgüye değer özelliğinden bahsetmek mümkün ama ben daha çok filmin duygusuna takılıp kaldım. Filmi izleyecek olanlar için sürprizi bozmak istemesem de, anlıyoruz ki bu tatil baba ve kız için birlikte geçirecekleri son zamanlar, filmin kızın büyüyüp tam 20 yıl sonra o tatil videosunu izlemesinden ibaret olduğunu anlarız.

ÇOCUKLUĞUN YASI

Filmin yönetmeni Wells, melankoli duygusunu ağırlaştırmaya yönelik hiçbir şey yapmıyor, yalın bir biçimde o duyguyu işliyor, sadece kaybı da değil, büyümeyi, teması, yaşamın bir rüyadaymışçasına geçmiş ve gelecekle harmanlanışını…Filmde sadece babanın yası değil, aynı zamanda çocukluğun da yası tutuluyor.

Yönetmen söyleşilerinde daha çok bellek üzerinde durmuş, kamera hareketlerine ve açılarına, kurgusuna ve hikâyenin oluş serüvenine değinirken. Ama oldukça yalın bir hikâyeye sahip bu filmin gücü, günümüzde yaşanılan bağlantısızlık halini gözümüze sokmasıyla ilişkili. Filmin geçtiği zamanda cep telefonu yok. Sophie annesiyle ankesörlü bir telefon yardımıyla konuşuyor. Yaşamın anlamı, filmdeki gibi küçük detaylarda gizli aslında, bir halıcıda içilen çayda, bir şarkı sözünde ya da bir bakışta…

ISSIZ DÜNYA

Yas ve melankoli arasındaki farkı Freud şöyle tanımlamıştı: Yas tutan biri için dünya ıssız bir yere dönüşür yaşadığı kayıptan sonra, melankoli yaşayan biri içinse ıssız olan kendisidir. Sophie ya da babası melankolik değil elbette, ama filmin verdiği duygu melankoli, çünkü baştan beri video kayıtlarıyla kurulan dil, seyredene geçmiş ve kayıp duygusunu sezdiriyor, zamanın akışına ve ölüme karşı çaresizliği hissettirerek. Julia Kristeva, ‚Kara Güneş‘te “Konuşan varlık için yaşam anlamı olan bir yaşamdır” diye yazmıştı. Kayıp, sadece o insanı değil, o insana yüklediğimiz ya da o insanın temsil ettiği değerlerin ve anlamın da kaybını beraberinde getirir ve bu yüzden yaşamın anlamı, yani yaşam tehlikeye girer.

Günümüzde herkes gizli ya da açık bir biçimde ve farklı düzeylerde melankolinin pençesinde. Gizli derken, gerçekte kendisini ıssız bir varlık olarak deneyimlerken bundan kaçmanın türlü yollarına başvurmasını, hatta bir tür hipomanik epizotlar şeklinde yaşanmasını kastediyorum. Hipomani, melankolinin diğer bir yüzü aslında, bilinçdışı bir biçimde hüznü inkâr ederek üstesinden gelme çabası... Çünkü o kadar çok yasını tutmamız gereken şey var ve bu çağın hız yanılsaması içinde yasa ayırabileceğimiz bir zaman dilimi bulmak o kadar zor ki... Belki de bu tür filmlerin seyirciyi yakaladığı yer de burası. Aslında kaçmazsak, yaşamımız daha anlamlı hale gelebilir ve kendimizi daha gerçek hissedebiliriz.

KARANLIĞIN KIYISI

Filmdeki şarkı sözleri de senaryonun bir parçası olarak yer almış neredeyse. Sonlara doğru çalan bir şarkının sözleri şöyle: “Aşk, ilgilenmeye davet eder bizi, / Karanlığın kıyısındaki insanlarla, / Kendimizi sevme şeklimizi değiştirmeye…”

Kendimizi sevme şeklimizi değiştirmeden karanlığın kıyısında huzursuz beklemeye devam edeceğiz. Kim bilir, belki de öğreniriz kendimizden başlayarak dünyayı sevme şeklimizi değiştirmeyi…