Ayrılık yaman kelime

Bazı insanlar vardır, efsunludurlar. Onların varlığı size unuttuğunuz ne varsa hatırlatır, sımsıcaktırlar, başınızı okşayıp dizlerinde uyutup iyileştirenlerdir, ufak bir dokunuşla her şeyi yoluna koyarlar ve siz nasıl olduğunu anlamazsınız bile… 

Bu hafta köşemde; altı gün evvel kaybettiğim özgecanımdan, anneannemden bahsedeceğim. Üzerinden öylece geçtiğiniz, varlığına alışkın olduğunuz rutinin gerçek anlamını sadece şanslı insanlar kaybetmeden önce anlayabilir. Ben şanslı olanlardanım. O’nun değerini hep bildim, O da bendeki değerini hep bildi. 

Yıllar sonra anaerkilliği mitolojik zamanların anlatılarından okurken esasen cinsiyet ayrımcılığı ile mücadeleyi henüz çocukken yaşamıma yerleştirmemde en büyük payın o’na ait olduğunu fark ettim. Doğu Karadeniz’de ataerkinin hayatlarımızı kuşattığı o nefes alınması zor iklimdeki kız kısmıydık bizler. Bu coğrafyanın pek çok yerinde olduğu gibi, sahil kasabamızda da tüm yollar cinsiyetin toplumla ilişkisini ortaya koyan toplumsal cinsiyet kavramına, ayrımcılığına çıkıyordu. Seksenlerde ‘bir kadın olarak sus’ diyen politikacılar henüz televizyonlarda boy gösteremese de, kadın olduğum için hayatın her alanında ayrımcılığı buram buram hissettiğim ilk gençlik yıllarımda anneannem bana nefes alanı açmıştı. Ağaçlara çıkan, oğlan çocuklarla oyunlar oynayan bir genç kız olduğunu hep mutlulukla anlatırdı. “Uslu, hanım hanımcık” olmakla övünenlerden olmayan bir anneannem olduğu için çok mutluydum. 

***

Erkek çocuğu “doğuramadığı” için o’nu ne kadar üzdüklerini bildiğim için de, erkek çocuk sevdalılarına kızgın olarak büyüyen bir çocuktum. Son kızına Hikmet isminin koyulması tesadüf değildi tabii. Artık büyüyüp, serpilmeye başlayınca bana da uyarılar gelmeye başlamıştı. ‘Pencereden bakma’lar, ‘o kıyafeti giyme’ler, ‘ kız kısmı bu saatte dışarıda olmaz’lar hemen hemen her cümle içinde vardı. Kız kısmı olmuştum bir anda. Oysa daha bir yaz önce; sokakta futbol oynayan, bisikletleriyle birbirine çarpan, dağ tepe tırmanan ve çok eğlenen çocuklardandım. Kasabanın dört ayrı mahallesinde sabahtan akşama kadar oyun oynayan ben, sürekli evde tutulmak istiyordum ve katiyen bu durumu anlayamıyordum. Bir gün evden çıkmak üzere olan dedeme o gün, onunla iş yerine gitmek istediğimi söyledim. “Bugün yazıhane çok kalabalık olacak, hem kız kısmı biraz evde oturur, çok dışarıdasın kızım” demişti dedem. Benden üç yaş küçük erkek kuzenim ile evden çıkışını dün gibi hatırlarım. Oysa ben büyük torundum, ilk göz ağrısı denen o çocuk bir anda neden ve nasıl kız kısmı olmuştu? Hem kız kısmı da ne demekti? Kız kısmı olmayanları uğurlayan annenannem ile göz göze geldiğimizde üzüldüğümü ve öfkelendiğimi anlamıştı. ‘Amaaaan boşver’ deyip dikkatimi dağıtmaya çalıştığını hatırlıyorum. Ama ben boşverememiş, o anda kalmıştım. Erkek egemen sistem tarafından cendereye alınmaya çalışılan hayatlarımıza sahip çıkmak, cinsiyetçi kabulleri değiştirmek için mücadele etmeye karar verdiğim günler başlamıştı. 

***

O küçük yaşımda yolun bu kadar uzun ve acı dolu olduğunu, dünyanın her yerinde kadınların benzer ayrımcılığa maruz kaldığını, kadın oldukları için öldürüldüklerini, hayatlarına sahip çıkan kadınlara erkeklerce yazılan tarihi dokümanlarda bile yer verilmediğini tahmin edemezdim. Öğrendim, öğrendikçe şaşırdım, öfkem ile birlikte mücadeleye inancım da büyüdü. Çocukluğumdan beri anneannemin kütüphanesindeki kitaplar ilgimi çekerdi. Romantizm akımını benimseyen Barbara Cartland serisini bitirdikten sonra, o akımın pek bana göre olmadığına karar verip yan raftaki Simone De Beauvoir’in kitaplarını alıp okumaya başladım. Her anlatılan çok tanıdıktı ama kavramlara yabancıydım, bazı bölümler ağır geliyordu, aynı cümleyi bir kaç kez okuma ihtiyacı hissediyordum. Beauvoir’ın kadınların hangi süreçler neticesinde "ikincil statüye" düşürüldüğünü ele alırken durumu tanımlamak için kullandığı ‘ikinci cins’, ‘öteki’ gibi kavramların beni de anlattığını fark ettiğimde artık 20’lerimdeydim. Duygu Asena’nın eserleriyle tanıştığım günler de hemen peşinden geldi. Artık feministtim ve fakülte tatile girdiğinde gittiğim o küçük sahil kasabasında hayat bana daha zor geliyordu. Özellikle o zamanlarda o’nun sihirli dokunuşları olmasaydı başka bir ben olurdum. Örneğin, çocukluğumdan beri oyun alanlarımı hiç daraltmadı, evinin avlusunda mahalledeki çocuklara sahnelediğim piyeslerimin yazarı O idi. 

***

Piyesler sonrası mis kokulu çakmak kurabiyeler seyircileri beklerdi. Festival gibi bir kadının torunu olmanın tadını doya doya çıkardım. Anneannem gitti ama mitokondrisi bende kaldı, her hücremde anneannemin mitokondrisi var. Her kadın, mitokondrisini çocuğuna armağan eder, dolayısıyla hayat enerjisi anneden anneye geçer. Bu yüzdendir ki, kim nereden gelmiş diye insanlık tarihi araştırması yapılırken erkeğe değil, kadına bakılır. 

‘Soldu mu neşe'n hevesin? Seslerim gelmez sesin’ der şarkısında Perihan Altındağ Sözeri. Perihan Hanım’ın bu şarkısını pek güzel söylerdi. Neşesi ve hevesi hiç solmadan geçirdi ömrünü, hayatlarımıza dokunduğu için şanslıyız. Sadece bizler değil, tüm kasaba da öyle... Gönüllerinde olduğu, dokunduğu ne çok insan varmış, O’nu uğurlarken fark ettim. Ve şu fani dünyada güzel anılabilmekten daha öte bir ölümsüzlük yoktur sanırım. Müzeyyen Senar, Zekai Tunca, Perihan Altındağ Sözeri şarkıları, radyo tiyatroları artık benim mutfağımda. Kasnak nakışını beceremiyorum, ama bana hediye ettiği el emeğin nakışlı örtüleri kolalıyorum ve şevkle kullanıyorum. Fikrimin ince gülü, kalbimin şen bülbülü Reyhan’ım; gönüllerimizde var olmaya devam edeceksin çünkü erdemli bir ruh sonsuz bir kaynak gibidir. Ve ayrılık hakikaten yaman kelime… Sonsuza dek seni sevecek olan Azize, Nenna, Berrin, Hikmet, Selin, Onur, Cahide, Sevi, Derin, Arya, Soner...