Hatice Kurtuluş’un İstanbul’da Kentsel Ayrışma adlı kitabında detaylı biçimde yer aldığı gibi, kentlerde mekânsal ve toplumsal ayrışma uzun yıllardır gözlenen bir olgudur. Hemen bütün kentler bu olgudan bir ölçüde etkilenmekte; bir kısmı bu durumu oldukça radikal bir biçimde deneyimlemektedirler. Aynı kentlerde yaşadıkları halde birbirine değmeyen sosyal grupların varlığı, giderek normal bir hal almakta; küresel akışın bir biçimi olan enformel göçlerle, çok daha katı ayrışma biçimleri ortaya çıkmaktadır.

Kentsel ayrışma modern hayatın bir ürünü olarak, daha çok sınıfsal yapı ve ilişkiler üzerinden gerçekleşmişti. Sanayi kentinin kuruluşuyla, çalışan sınıflar ve burjuvazi, kendi mekânlarında ötekiyle kısmen temas eden, izole bir kentsel hayat kurmuşlardı. Zamanla “sosyal devlet” gibi uygulamalarla bu izole olma hali, yerini kozmopolit mekânlara bırakmış olsa da, bu durum kısa sürmüş; varsıl sınıfların, ikamet ve gündelik tüketim mekânlarını “ötekilerden” tamamen ayırmayı esas alan kapalı sitelerin inşası ile yeni ayrışma biçimleri gelişmiştir.

***

Dünyada yaklaşık son elli yıla damgasını vuran küresel dinamikler, bu ayrışma halini sadece daha sert biçimde inşa etmekle kalmamış; ayrışmanın dinamiklerini de çeşitlendirmiştir. Nitekim artık sadece sınıfsal değil, kültürel-kimliksel olarak da kentler kendi içinde bölünmüş durumdadır. Gönüllü getto olarak nitelenen bu yeni mekânsal formlar, kentsel ayrışmada şu an, ötekilere göre çok daha baskın görünmektedir. Hatta dünyanın hemen tüm kentlerinde etnik ve inanç gibi kimliklere göre mekânsal ayrışma örneklerine tanıklık etmek olağandır.

Tecrübelerin gösterdiği gibi mekânsal ayrışma, siyasal ayrışma için de genellikle besleyici bir işlev görmüştür. Başka bir deyişle ortak yaşam alanlarını inşa edenler, siyasal tercihlerde de genellikle ortak bir tutum benimsemiş, geliştirmişlerdir. Bu nedenle kentlerin sosyolojisinde mekânsal ayrışma, aynı zamanda siyasal ve kültürel ayrışmaya da eşlik etmiştir. Fakat bazı durumlarda bunun dışında bir eğilim gözlemlemek de mümkündür ki Muş vilayeti içindeki Varto, tam olarak bunun bir örneği sayılabilir.

***

Ağustos ayı ilk haftasında gerçekleşen Doğa, İnanç ve Kültür Festivali kapsamında gittiğim Varto’da tanıklık ettiğim kentsel manzara bu açıdan oldukça ilginçti. Şehir, Türkiye’nin diğer tüm kentlerinde olduğu gibi kimliksel olarak ayrışmıştı. “Aşağı Çarşı” ve “Yukarı Çarşı”, Varto’da Aleviler ile Sünniler arasındaki sosyal-mekânsal sınırı tanımlıyordu. Aşağı çarşıda genellikle Sünniler, Yukarı Çarşıda da Aleviler yaşıyor ve/veya çalışıyordu. Aynı manzara Varto’nun köyleri için de geçerliydi ve Alevi ve Sünni nüfusun karışık yaşadığı köy sayısı fazla değildi. Fakat diğer tüm kentlerin aksine Varto’da ayrışan kentsel parçalar siyasal olarak ortak bir tutum ve tercihte birleşmişlerdi. Bu durum gerek yerel seçimlerde ve gerekse genel seçimlerde çok net biçimde gözlenebiliyordu.

Nitekim Alevi olması nedeniyle açık ya da örtük olarak oy verilmemesi gerektiğinin tavsiye ve hatta teşvik edildiği 2023 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Varto’da Kemal Kılıçdaroğlu yüzde 89,22 oy alırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın oyu yüzde 10,78’de kalmıştı. Şehrin Alevi ve Sünni olarak neredeyse ortadan ikiye bölündüğü Varto, Kürt siyasal geleneğinin tavsiye ettiği politik tercihte birleşmişti. Önceki dönemlerde yapılan yerel-merkezi seçimlerin sonuçlarında da aynı eğilimi gözlemlemek mümkündü. Elbette sadece seçim sonuçlarında değil, gündelik siyasal aktivitelerde de bu birleşme halinin yansımalarını gözlemlemek mümkündü. Şehir, siyasal olarak ortak ses veriyordu. Bu özgün durum, Varto’da kimliksel ayrışmanın temel dinamiği olan katı muhafazakâr kalıpların ciddi biçimde dönüşmüş olduğunu gösteriyordu. 

Mekânsal ve dolayısıyla toplumsal-kimliksel ayrışmaya karşın siyasal birleşme olgusu, kent sosyolojisi açısından özgün bir durumdur. Fakat bundan da öte, kentsel ve toplumsal barış için potansiyel bir imkân sunmaktadır. Bu açıdan sadece akademik değil, aynı zamanda politik analiz ve yaklaşımlar bakımından da dikkate değer bir olgudur.