Geçen haftaki yazımda babamı yoğun bakıma aldıklarını yazmıştım. 3 Haziran günü hayata gözlerini yumdu. Nâzım Hikmet de 3 Haziran'da hayata gözlerini yummuş. Benim babam da şairdi. Çalıştığı köyle ilgili yazdığı bir şiir, anonim olarak köy düğünlerinde söylenir hâlâ. Okulun duvarında asılıydı o şiir, yeni gelen müdür kaldırtmış o şiiri, ama öğrencileri ezberlediği için yayılmış halk arasında. 

ANONİM ŞAİR

Babamın öykü ve şiirlerinde kullandığı adı Tayfun Yaşar'dı. 1946'da Kayseri'nin Develi ilçesinin Zile köyünde dünyaya geldi. Feyzullah adını, nüfus müdürü koymuş, Tayfun at ismi demiş, Yaşar'ı da beğenmemiş, dedesinin adı ne, Feyzullah mı, tamam ne güzel isim işte demiş. Nüfus kâğıdına Feyzullah Usta diye yazılmış. İsmini sevmezdi. Doğduğu köydekiler ona Yaşar diye seslenirdi, annem ve daha yakınındakiler Tayfun. Tayfun adını, küçük yaşta kaybettiği annesi koymuş. İnsan yetmişinde de annesini özler mi? Özlerdi. Yaşar adını da, o yıllarda çocuk ölümleri fazla olduğu için koymuşlar. Annesi ölünce babaannesi ona bakmış. Babaannesi onun gözünde bir efsaneydi, halk hikâyeleri anlatarak büyütmüş onu. Öğretmen okulunu kazanıp öğretmen olmasaydı, tıpkı köy romanlarında bahsi geçen sosyal eşkıyalardan biri olurdu muhtemelen. Çocukken gözümde İnce Memed, Tatar Ramazan karışımı bir şeydi. 3-4 yaşlarında onun yanında yürürken kasketimi gözümün önüne indirir kabadayı gibi gezermişim. Yaşlandıkça bilge birine dönüştü, sürekli kitap okuyan. Hakkari'nin, Adıyaman'ın köylerinde öğretmenlik yapıp sonra İstanbul'un köylerinde çalışmıştı. Öğretmenlik yaptığı köylere dair anlattığı hikâyelerle büyüdüm. Hakkari'ye hiç gitmedim ama gitsem yabancılık çekmem. Çocukken sık sık elektrikler kesilirdi, elektrikler kesilsin diye beklerdim, çünkü gaz lambasının ışığı altında onun hikâyelerini dinlemeyi çok severdim. Elektrikler gelince gündelik hayat her zamanki gibi akmaya devam ederdi, o masalsılık kaybolurdu.

YAS

Yas sürecini, her ne kadar psikolojik açıdan önemsesem de, göstergebilimci düşünür ve yazar Roland Barthes'ın yasla ilgili düşüncelerine daha bir önem veririm, daha gerçekçi bulurum. Roland Barthes’ın, annesinin ölümünden sonra tuttuğu günlükleri ‘Yas Günlüğü’ adıyla kitaplaşmıştı, hocam Mehmet Rifat ve eşi Sema Rifat'ın çevirisiyle… Barthes, "gerçek yas hiçbir anlatma diyalektiğine elverişli değil" diyerek, acının gerçekte paylaşılamayacağını yazmıştı. Ne demek istediğini bugünlerde daha iyi anlıyorum. Hatta gerçek yası insanın kendisinin bile paylaşamayabileceğini yazmıştı ki, psikoterapide tamamlanmamış yas süreçlerini çalışmak bu yüzden kolay değildir. Yas ona göre her zaman kendini yaşardı, siz de ondaki kendinizi… Barthes, yaşadığı duyguya 'yas' demeyi de 'fazlaca psikanalitik' buluyor,  'kederliyim' demeyi tercih ediyordu. Kederinin 'indirgenmesine-genelleştirilmesine' katlanamıyordu bir türlü. Bunun 19. yy anlayışının ürünü olduğunu iddia ediyordu ki, hiç de haksız sayılmazdı hani. 20. yy'da ise bütünüyle bir hastalık gibi algılanıyordu artık, insanın enerjisini yutan, onu ekonomik ve çekici olmaktan mahrum bırakan... Bir insana yaşadığı ‘yas’ı hastalık gibi göstermek, hem çektiği acıya, hem de acı çekme nedenine bir tür saygısızlık değil miydi?

Aslında bu topraklarda yaşayan biri olarak, sürekli bir yas süreci içindeyiz, Ankara Garı katliamından yaşanan son deprem felaketine, öyle çok tamamlanması gereken yasımız var ki… Bandista’nın 'Her Şeyin Şarkısı'ndaki sözleri gibi: "Yaralarım benden önce de vardı / Ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum…"

Yasımı yaşarken neden Barthes'ın kitabına sığındım. Annesiyle kurduğu ilişkisindeki o 'derin anlam'a yakın hissettiğim için belki de... Barthes'ın annesiyle ilgili kurduğu cümleyi 'babam'la değiştiriyorum: "Yalnızca babam güçlüydü, çünkü ona hiçbir nevroz, hiçbir çılgınlık bulaşmamıştı." Onun o duru aklını, temiz kalbini ve güçlü duruşunu her zaman özleyeceğim; artık kendi kendimin babasıyım...